FİL ASHAB’I KISSASININ TARİHSELLİĞİ

 

Klasik ve Çağdaş Tefsir - Tarih Algısında

ELEMTERÂ SÛRESİ / FİL ASHAB’I KISSASININ TARİHSELLİĞİ   

 

 

 

 

Giriş:

 

 

                Kur’ân’ı Kerîm’in, nüzûl sıralamasına göre on dokuzuncu, resmî tertipte yüz beşinci sûresi olan Fil sûresi, içerik olarak tamamen Fil Ashab’ı kıssasını kapsamaktadır. İsmini de Fil Ashab’ı kıssasındaki Fil’den alan ve beş âyet’ten oluşan sûre’ye dolayısıyla kıssa’ya  Elemterâ/Görmedin mi...”  hitabıyla başlanmaktadır. Sûre aynı zamanda “Elemterâ diye de anılmıştır. Buhârî de sûre’yi elemterâ adıyla anar. Kurtûbî’nin naklettiği bir rivâyette de sûre aynı adla anılır.”[1]

 

                Bazı Âlim’lerce, Fil sûre’si ile kendisinden sonra gelen Kureyş sûre’sinin tek sûre olduğu iddiasında bulunulmuştur. Kurtûbî bu konuda oluşan iki görüşe de yer vererek; “Bu iki sûre’yi, tek bir sûre olarak sayanlar arasında Ubeyy b. Ka’b da var­dır. (...) Bu sûre’nin (kendisinden önceki sûre’ye) bitişik olmadığı da söylenmiştir. Çünkü her iki sûre arasında ‘Bismillahirrahmanirrahim’ bulunmaktadır. Bu ise önceki sûre’nin bitişinin, yeni bir sûre’nin başlamasının bir delilidir.” [2] Tefsirinde bulunmaktadır.

 

Râzi ise; “Ubey b. Ka’b (ra), bu iki sûre’yi, mushafında tek bir sûre olarak yazmıştır. Rivâyet edildiğine göre, Hz. Ömer (ra), akşam namazının ilk rekatında “Tîn Sûre’si”ni, ikinci rekatında ise, bu iki sûre’yi aralarını besmele ile ayırmaksızın okumuştur.”[3] Rivâyetinde bulunmaktadır.

 

Fil sûre’si ile Kureyş sûre’sinin tek sûre olduğu iddialarına karşılık “Bazı rivâyetlerde, Kureyş sûre’si ile Fil sûre’sinin tek bir sûre olduğu nakledilse bile bunun sıhhati kesin değildir. Bu iki sûre, Hz. Osman mushafında müstakil birer sûre olarak yer almıştır. Her iki sûre’nin nüzûl zamanı ve sıralaması da farklıdır. Bu durum ikisinin tek sûre olduğunu değil, birbiriyle mana ve zaman açısından kopmaz bir bağa sahip olduğunu gösterir.”[4]  Çünkü Fil sûre’sindeki “Fil Vakası’nın anlatımında da özet bilgi verilmekle yetinilmiştir. Fil sûre’sinin Kur’ân’daki konumu ve kendinden bir sonraki Kureyş Suresi’yle arasındaki tenâsub ve insicâm buna işaret eder.”[5] Sûrei Fil’de “Mekke’nin ve Ka’be’nin koruyucusunun Allâh olduğu ve onun her türlü haricî saldırıya karşı korunduğu gerçeği veciz bir örnekle ortaya konduktan sonra Kureyş sûre’sinde işte kendi şehirlerini ve mabedlerini koruyan, bu vesile ile onlara rızık veren Allâh’a kul olmaları, ona ibadet etmeleri bir sonuç olarak istenir.”[6]

 

Dolayısıyla her iki sûre’nin iki ayrı bağımsız sûre kabul edilip, anlamları ve hedefleri arasında sımsıkı bir bağ ve hatta tamamlayıcısı olduklarının kabulünün, en doğru yorum olacağı kanaatindeyiz.

 

               

“Elemtera/ görmedin mi” hitabı:

 

 

                Cenâb-ı Hakk, Fil Ashab’ı kıssasına; “Elemterâ keyfe feâle Rabbüke bi’ashabi’lfîl / Görmedin mi Rabb’inin Fil Ashab’ına neler yaptığını?[7] diye, soru hitabıyla başlamaktadır.

 

Fil Ashab’ı kıssa/sûre’sinin geleneksel tefsirlerinde öncelikle, Hz. Muhammed’in doğumundan kısa bir süre önceki tarihte, Mekke civarında yaşanmış olduğu rivâyet edilen Fil Ashab’ı olayının kıssa edilmesine başlangıç vurgusu yapan “Elemterâ/Görmedin mi” hitabının, Hz. Resûl efendimize mi yoksa tüm Mekke’lilere mi ya da Mekke’li müşriklere mi olduğu hususu üzerinde durulmuştur.

 

Elemterâ” hitabı, evleviyetle nüzûl anında Hz. Resûl’e, müteselsilen tüm Mekke halkına ve kıyâmet’e kadarki süreçte tüm Kur’ân muhataplarına evrensel bir mesaj karakteristiğindedir. Kurtûbî (ö.671/1273) bunu şöyle ifade eder: “Hitab Peygamber (sav)’dir. Ancak umûmidir.”[8] Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın Elemterâ/Görmedin mi” sorusu, Fil Ashab’ı olayını fiziki gözle görmeyen Hz. Resûl dâhil kıyâmet’e kadar Kur’ân muhatabı herkese şâmildir.

 

Çağdaş âlimlerden biri olan merhum Hamîduddîn el-Ferâhî (ö.1930) bu hususta güzel bir toparlama yapmıştır. “Müellif, bu soruyu dört vecihle açıklar. Bunlardan birisine değinmek gerekirse müellife göre, “sûre’nin Hz. Peygamber’e yönelik bir hitab olduğunu kabul etmemiz durumunda, Allah’ın bu sözü peygamberini teselli maksadıyla indirdiği sonucuna ulaşmamız gerekir. Böyle anlarsak ona şöyle denmiş olur: ‘Bu eve düşmanlık edenlerin orduları nasıl hezimete uğradıysa, Allah’a düşmanlık eden müşrikler de aynı akıbete maruz kalacak.’ Hitabın Hz. Peygamber’e yöneltildiğini doğru kabul edersek bu manaya ulaşmak mümkündür. Ancak Hz. Peygamber, vahyi bu manada insanlara okusaydı, sûre’nin içeriği müşrikler lehine bir hüccet olmaz mıydı? Bunun üzerine onlar şöyle diyeceklerdi: ‘Gördüğün gibi bizler Allah’ın yardımına mazhar olmaya daha layığız. Zira bizler onun evinin yöneticileriyiz. Allah’ın bizi nasıl zafere ulaştırıp, düşmanlarımızı helak ettiğini görmüyor musun?’ Buradan sûre’nin müşriklere yönelik tehdit manası içerdiği yorumunun doğru ve sağlıklı olmayacağı açıktır. Makbul olan Kureyş Sure’sinde de açıklandığı üzere, kendilerine verilen nimetler hatırlatılarak onların tevhid inancını kabule teşvik edilmeleridir. Bu ise âyetteki hitabın Mekke halkına yöneltilmesini gerekli kılar.”[9]

 

Elemterâ…/görmedin mi?..” Hitabıyla aslında geçmişte yaşanmış bir kıssa’nın yaşanmışlığına dair Cenâb-ı Hakk’ın önemli bir dikkat çekmesinin olduğunu anlamaktayız. Kurtûbî; “Görmedin mi” sana haber verilmedi mi, demektir. Bilmedin mi, diye de açıklanmıştır. Îbn Abbas: Duymadın mı, diye açıklamıştır. Lafız soru şeklinde olmakla birlikte takrir (söyletmek) anlamındadır.[10] yorumunda bulunurken;Görmedin mi” hitabının fiziki görmeyi kastetmediğini beyan etmektedir.

 

Elemterâ hitabının önemli bir hatırlatma ve ikaz olduğu aşikardır. Bu hitab, an itibariyle görülenden şahit olunandan ziyade muhtemeldir ki, duyulmuş ama yeteri kadar bilgilenilememiş bir vakıa olan Fil vakıasını hatırlatmak amacını gütmektedir. Amaç ise tarihte yaşanmış bu olayı aktarmak veya saf tarih anlatmak değil, bu olay üzerinden kıyâmet’e kadar öğüt ve ibret alınacak, evrensel tevhîd’i mesajlar vermektir.

 

İmam Râzî (ö.606/1210) konuyu bir soru ile açarak cevap arar; “Bu hadise, Hz. Peygamber (sas)’in peygamber olmasından uzun bir süre önce meydana gelmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hakk niçin, “görmedin mi?” buyurmuştur? Buradaki “görmek” ifadesiyle, bilme ve hatırlatma manaları kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevâtir bir haber olduğuna bir işarettir. Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve açıklık bakımından, fiilen görmeye denk bir ilim olmuş olur.”[11]

 

Râzî, Fil Ashab’ı kıssasının vakiîliğini/gerçekliğini, Allah’ın onu Kur’ân’da kıssa ederek, “görmedin mi?” hitabıyla muhataplara bildirmesine bağlayarak, kıssanın gerçekliği ile alakalı başka bir tarihsel kriter aranamayacağının altını çizer.

 

Elemterâ” sorusunun, fiziki görmeyi kapsamadığının; Kur’ân’ı, Kur’ân ile tefsir/yorumlama yöntemi uyarınca kıyas edebileceğimiz bir diğer örnekliği, Fecr sûre’sindedir. Fil sûre’sindeki Elemterâ…/ görmedin mi?..” sorusu, Fecr sûre’sinde de benzeri bir kullanım olarak yer almaktadır: “Elem terâ keyfe fe’ale rabbuke bi’âd / Görmedin mi rabbın nasıl yaptı Âd’e?[12] 

 

Râzî, Fecr sûre’sindeki bu hitabı, Fil sûre’si tefsiri benzeri olarak şöyle yorumlar: “Bu, “bilmiyor musun?” demektir. Çünkü bu hususlar, Hz. Peygamber (sas)’in görmüş olması mümkün olmayan şeylerdendir. Burada, “bilme” manasında “görme” kelimesi kullanıldı. Çünkü Âd, Semûd ve Firavun ile ilgili haberler tevâtüren nakledilmişlerdi. Çünkü Âd ve Semûd, Arab beldelerinde yaşamış idiler. Firavun’un beldesi de Arab diyarına bitişik (yakın) idi. Tevâtür ile gelen haberler ise, zarurî (kesin) ilim ifade eder. Zarurî ilim de kuvvet, açıklık ve şüpheden uzak olma açısından, “görme” gibidir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, “bilmiyor musun, elbette biliyorsun” manasında, “Görmedin mi?” buyurmuştur.”[13]

 

“İlim/bilim” felsefesi açısından bir değerlendirme yapan Râzî ve Kurtûbî; Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân’da bildirdiklerinin kesin ilim/bilgi olduğunu vurgulayarak, “Görmedin mi” hitabının, görme, analiz, tecrübi melekeleri kapsayan bilgiyi değil, gaybe dayanan bilginin teyid ve tefekkürüne davet ettiğinin üzerinde durmaktadırlar.

 

Hz. Peygamber veya Kur’ân muhatabı Mekke toplumu, yakın tarih ve coğrafyada gerçekleşmiş Fil vakıası ve çok daha eski tarihte ve daha uzak bir coğrafyada meydana gelmiş olan Âd kavmi olaylarını görmemişlerdir. Ancak rivâyetler derecesinde az buçuk ta olsa bilgili oldukları bu hadiseler, Allah’ın onlara Kur’ân’da, kıssalar olarak olayları aktarması ile “görmüş” mesabesinde ve zannî rivâyetlerden değil, “doğru tarihten” kesin “ilim”den haberdar olmaktadırlar. Binâenaleyh “Fil olayı da mâlûmattan ziyade kesinlik ifade eden bilgiye dayalıdır.”[14]

 

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, “Elemterâ” hitabıyla, cahiliyye dönemi insanlarının bir şekilde haberdar oldukları, çok yakın olmayan bir tarihte yaşanmış Fil vakıasını, tevhîd’i açıdan öğüt ve ibret mesajları içeren bir biçimde Kur’ân muhataplarına sunarak, Kur’ân’ın nüzulünden kıyâmete kadar tevhidi mesajlar içeren bir kıssayı anlatmaya başlamaktadır. Bu, Kur’ân muhatapları için hem tarih’in doğrusu ve hem de tevhîd’i açıdan değerlendirilmesini içeren hidâyete yönelik bir anlatı veya Kur’ân’a özgü tarihsel aktarım biçimidir.

 

Bittabi, evrensel ve kıyâmete kadar bâki Kur’ân’ı Kerîm’in “Elemterâ/Görmedin mi” hitabının, artık geçmişteki hedefinden ziyâde günümüz insan ve toplumlarına ve yarınlara hitabının öncelenmesi ve nüzûl dönemiyle birlikte anlaşılmaya çalışılması Kur’ân’ın ruhuna daha uygundur kanaatindeyiz. Binâenaleyh “görmedin mi?” diye başlayan kıssanın sonrasında anlatılanlar, modern tarih disiplini açısından kategorik anlamda değerlendirilerek değil, tarihi bir “gerçek” üzerinden tevhidi okumalar yapılması içindir. “Görmek” de tam budur.

 

 

 

Fil Ashab’ı Kıssası Vakiîliği:

 

 

Bizim, günümüz aktüalitesi açısından “Elemterâ” hitabının üzerinden durmak istediğimiz ikincil bir konu, Fil Ashab’ı kıssası’nın özellikle vakiîliğinin vurgulanması hususudur.

 

Râzî: “Hz. Peygamber bu sûre’yi okurken, Mekke’de, bu hadiseyi görüp müşahede eden kimseler bulunuyordu. Şimdi eğer bu böyle olmamış olsaydı, onlar, Hz. Muhammed (sas)’i bizzat şifahi olarak yalanlarlardı. Böyle bir şey olmadığına göre, biz bu hadisenin tenkit edilecek bir yönü olmadığını anlamış oluyoruz”[15] diyerek, Fil Ashab’ı kıssası vakiîliğine dikkat çekerek, Hz. Resûl’e bile bu konuda hiçbir itiraz yapılmadığının altını çizer.

 

Çok yakın dönem, Kur’ân kıssalarına modernist yaklaşımlarını bir kenara tutarsak, Fil kıssa’sının gerçekliği/yaşanmışlığı üzerinde geleneksel tefsir kitaplarımızda da herhangi bir ihtilaf mevcut olmamıştır. 

 

Günümüzdeki, Kur’ân kıssa’larına, modernist yaklaşım veya modernist yorumlarda bulunanlar açısından “Elemterâ” hitabı önemli bir olgudur. Çünkü, Fil Ashab’ı kıssası’nın vakiîliği/yaşanmışlığını; zaman, kronoloji, şahıslar, coğrafya/mekân, olay bütünlüğü gibi çeşitli kategoriler üzerinden değerlendiren bu kişiler, Fil Ashab’ı kıssasında aradıkları bu kategorilerden yalnızca kronoloji ve olay bütünlüğü kategorilerini kısmen bulabilmektedirler.

 

Modern tarih bilimi açısından en önemli unsurlar olarak ilan ettikleri; zaman, şahıslar, coğrafya/mekân gibi kategoriler, Kur’ân’daki Fil Ashab’ı kıssası anlatımında bulunmamaktadır. Yâni Kur’ân’da yer alan Fil Ashab’ı kıssasında kıssanın, tarihin hangi zamanında gerçekleştiği, bu olaydaki kişilerin tarihsel kimlikleri ve olayın gerçekleştiği coğrafya açık açık belirtilmemiştir.

 

Dolayısıyla onlar açısından tarihsel “kıssa” anlatımında bulamadıkları eksik kategoriler, Fil sûre’sini modern tarih nazarından bakıldığında vakiî olmayan/yaşanmamış bir hadise anlamına getirmektedir. Modernist yaklaşımcıların, Kur’ân kıssalarında aradıkları tarih ilmi/disiplini bazlı kategorizasyona karşılık, Cenâb-ı Hakk’ın, henüz kıssanın anlatımının başında yaptığı “görmedin mi?” direk hitabı, onların bu kategorizasyon arayışlarını da boşa çıkarmaktadır.

 

Kıssa’ları anlamak, ondan tevhidî mesajlar çıkarmak için günümüz tarih disiplini açısından mezkûr tarih kategorilerini aramak, Kur’ân nokta-i nazarından beyhudedir. Kur’ân böyle kategoriler ile tarih anlatmaz.

 

Kur’ân’ın da ona mahsus bir tarih anlatım tarzı vardır. Dipdiri ve olayların içinden sanki canlı bir anlatım stili mevcuttur. Olayları Allah, anlatmaktadır. Dolayısıyla ayrıntılara değil, öncelikle gayb’e iman gerekmektedir. İşte Allah’ın, Kur’ân’daki tarzı budur.  “O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için, onlar gayb’a inanırlar.[16]

 

O halde Allah’ın, Kur’ân’da anlattığı kıssa’larda modern çağ disiplinlerini aramak ve neredeyse bu disiplinlere, Kur’ân’da anlatılanları tasdik ettirmek, yanlış bir öncelik tarzıdır. Öncelik gaybe îman, geriye kalan teferruattır. “İlk ayette “Elemterâ keyfe feâle rabbuke…” denmesi, Fil Vakası’nın anlatımına çok uygundur. Zira bu üslup tüm muhataplar için mâlum bir olguyu anlatmak için kullanılır. Sanki bu söze muhatap her bir insan olayı -bizzat gözleriyle olmasa da- görmüş gibidir.”[17]

 

 

Fil Ashab’ı Kıssası Mufassallaştırma Metodolojisi:

 

 

Kur’ân açısından aslolan, öncelikle Kur’ân’ın anlattığı gaybi olay ve kişilere mahsus kıssaların çerçevesi kadarla yetinmek, ondan sonrasında bir mufassallaştırma/detaylandırma gerekiyorsa ki, Kur’ân kıssalarının çoğunda bu gereklidir. Bu işlemi yaparken, Kur’ân prensipleri veya perspektifini aşmamak yâni; gayb’e, isrâiliyat’a, zan ve lüzumsuz indî mütalaalara, cedellere/polemiklere kalkışmamak gerekmektedir.

 

Çünkü Allah, kesin doğruyu ve gaybı bildirmektedir. Detaylar, teferruat olarak bilahare eğilecek hususlardır ve ikincildir. Birinci’sinin, yâni gaybe dayanan asıl anlatımın Kur’ân muhataplarınca daha detaylı anlama güdü veya isteğinin bir yönlendirmesidir. Bu istek mâkul ve mantıklıdır ancak Kur’ân’ın başka bir kıssa’da; “recmen bil gayb/gaybı taşlama[18] olarak nitelediği, haddi aşmadan bunu gerçekleştirmek gerekmektedir. Bunun için de sahih bir metodoloji, yöntem veya usul elzemdir.

 

Spesifik olarak konumuz olan Fil Ashab’ı kıssasında gereksiz mufassallaştırmalardan, anlamsız indî yorumlardan ve yararsız mitolojik dolgulardan sıyrılarak, yalın öğüt ve öz ibretler alarak, tevhidî mesajlardan kâmil manada yararlanabilmek, sahih bir metodoloji ile Fil Ashab’ı kıssasını mufassallaştırmakla mümkündür kanaatindeyiz.

 

“Kur’ân-ı Kerîm’de temel çatısı ortaya konulmakla birlikte ayrıntısı verilmeyen ve daha iyi anlaşılabilmesi ek bilgilerle mümkün olabilecek olan konular için tarihî bilgi ve belgelere müracaat etmek gerekmektedir. Eğer Kur’ân’la ilintili olarak incelenmekte olan dönem, Hristiyanlık öncesi ise bu takdirde Kur’ân ve sahih hadislerden sonra müracaat edilebilecek en güvenilir kaynaklar sırasıyla semavî kitaplar ve eski kavimlere ait arkeolojik kalıntılardır. Son dönem Arab tarihi için ise bakılması gereken temel kaynak, bu tarihin kayıt malzemesi olan hitabeler, şiirler, destanlar ve arkeolojik bulgulardır.”[19]

 

Diğer Kur’ân kıssalarında olduğu gibi metodoloji olarak Fil Ashab’ı kıssa’sının mufassallaştırılmasında, Kur’ân öncesi nâzil olan Tevrât ve İncîl anlatımlarından yararlanmak mümkün değildir. Çünkü Fil Ashab’ı kıssa’sı bu geçmiş kitaplarda yer almamaktadır.

 

Bunun yanı sıra yerel veya bölgesel tarih diyebileceğimiz vesikalı kaynaklar da elimizde yoktur. Muhammed (as)’in doğumu öncesi gerçekleştiği için ne tevâtür yoğunluğu (bir olayın birkaç kişi açısından değişik varyantlarla aktarımları gibi) ne de bu olayı birebir aktaran nesiller mevcuttur.

 

Fil Ashab’ı kıssa’sı, tamamen İslâm ilimlerinin tedvin dönemi kaynaklarında kayda geçirilen aktarımlarından ibarettir. Geriye kalan tüm bilgi malzemesi bu kaynaklardaki cüzi aktarımlara dayanan zannî, tahminî, indî ve mitolojik bazlı yorumlardan oluşmaktadır. Esasen baz alınan ilk kaynaklardaki mâlûmat (hitabeler, câhiliye şiirleri, nesir ve destanlar) da zannîdir. Dolayısıyla süreç içerisinde Kur’ân’ın, gayb kökenli mücmel kıssa anlatımının “efsanevî, ustûri, ruhâni, harikulâdevî bir yapıya büründürüldüğünü ve animize edil”[20]diğini gözlemlemekteyiz.

 

“Islâhî, İslâm öncesi Arab tarihiyle ilgili olarak İslâm’dan sonra gerek Müslüman’lar, gerekse gayri Müslim’ler tarafından yazılan tarih kitaplarının, Kur’ân’da kapalı kalan yönlerin anlaşılmasına hizmet edecek tarzda düzenlenmemesi ve o türden bilgileri ihtiva etmemesi sebebiyle çok faydalı olamayacağını söyler. Bu durumda, Kur’ân’ın kendisi ve/veya sahih hadislerle giderilemeyen kapalılıkları çözümlemek için yapılacak şey câhiliye nesir ve şiirinden güvenilir olanlara müracaat etmek, bunda da bir şey bulunmaz ise tarihî rivayetleri ve diğer bilgileri değerlendirmektir. Ancak her halükârda varılan sonuç, bir fikir verme ve yol açma kabilinden olup Kur’ân’ın açık nassı ile çatışmamalıdır.”[21]

 

Binâenaleyh Fil Ashab’ı kıssa’sı tamamen, Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsir usülü ile ve geleneksel tefsir ve tarih kaynaklarındaki Kur’ân perspektifinden mâkul ve mantıklı rivâyet ve yorumlara kalmaktadır. Fil Ashab’ı kıssasının anlaşılmasındaki metodoloji bu olmalı/olacaktır.

 

 

Fil Ashab’ı Kimdir:

 

 

Fil sûresi/kıssasının birinci âyeti; “Görmedin mi Rabb’inin Fil Ashab’ına neler yaptığını?”[22] Diye başlamaktadır. Burada üç bilinmeyen bulunmaktadır. Birincisi, Fil Ashab’ını etnik, askeri anlamda kimler oluşturmaktadır. İkincisi ise Fil Ashab’ının iman/inanç’a müteallik yapısı açıkça bildirilmemektedir. Üçüncü sarih bilinmeyen olarak da insanlara “ashab/arkadaş” olarak nitelenen Fil’in mahiyeti ve işlevi nedir açıklanmamaktadır.

 

Altını kalınca çizelim ki, Kur’ân, bu üç unsur hakkında tarihsel nitelikli, açık seçik bilgiler vermemektedir. “Kur’an Fil Vakası’nın anlatımında, Kâbe’yi yıkmak için mi geldiler?’, ‘Gelenler kimdi?’, ‘Nereden gelmişlerdi?’ gibi ayrıntılara yer vermez. Bunun nedeni vakanın tüm muhataplar tarafından bilinecek derecede şöhret bulmuş olmasıdır. Öyle ki Arab’lar bu olayı tarihlerinin başlangıcı olarak belirlemiş, şiirlerinde vakadan çokça söz etmiştir. Kur’ân’da bu tür ayrıntılar hakkında sükût edilmesi, olayın biliniyor olmasının en açık delilidir.”[23]

 

Bir diğer vurgulamamız gereken husus bugün elimizdeki kaynaklar yoluyla ulaşan mufassal tarihsel nitelikli bilgiler ise bir vesika veya bir delile dayanmadan aktarılan tamamen zannî bilgilerden oluşmaktadır. “Ferâhî, tüm bu rivâyetlerin İbn İshâk’tan öteye gitmediğini ifade eder. İbn İshâk’ın muteber muhaddisler nezdinde mâlum olduğu üzere rivâyetleri Yahûdiler ve güvenilmez kişilerden aldığını savunan müellif, “konuya ilişkin başka kaynaklarda zikri geçen rivayetlerle bizlerin Arap âdet ve kültürü hakkındaki mâlûmatımız, bu bilgileri boşa çıkarmaktadır” değerlendirmesinde bulunur.”[24]

 

Ashab-ı Fil’in, etnik, askeri ve inanç’a dair kimlerden olduğunun ve Fil’in mahiyet ve işlevi hususunda Kur’ân’ın bilgi vermediğini tespit ettik. Bugün bize gelen tefsir ve siyer/tarih kitaplarındaki zannî nitelikli bilgi malzemesi bulunsa da önemli olan husus; Kur’ân’ın Fil sûresi nâzil olurken, muhatap cahiliyye toplumundaki tarihsel veya kültürel mâlûmat neydi, onlar bu anlatılan âyet’i veya kıssayı (hangi bilgilerle) nasıl anlamışlardır, hususudur.

 

Bunun için sadece geleneksel kaynaklara başvurmaktan başka seçeneğimiz bulunmamaktadır. Metodolojimiz, bu kaynaklara başvurarak, Kur’ân’ın anlattığı kıssa’ya aykırı olmayan, mâkul ve Kur’ân perspektifinden mantıklı verileri almak olacaktır.

 

Bu metodolojiyi, sırf bize kadar aktarılan geleneksel tefsir ve tarih malzemesini binlerce senede bir araya getiren âlimlerin gayretlerini; tefekkür, tefehhüm, tedebbür ve tezekkürlerini bir çırpıda boşa çıkarmamak veya kaldırıp atmamak; bizlerin bugünkü anlama çabalarının geçmişteki tezahürleri olan malûm fikirleri bizlerde de aynı şekilde ortaya getireceğimiz bir gerçek olması açısındandır. Bizler yepyeni bir şeyler bulabilecek durumda değiliz o halde geçmiştekilerden de yararlanmalıyız.

 

“Kaynaklarımızda Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak amacıyla Mekke üzerine bir sefer düzenlemesinin nedeni olarak, genelde, yaptırdığı kiliseye Arab’ların yapmış oldukları saygısızlık ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.”[25]

 

İslam tarihinin ilk kaynağı olan siyer İbn İshâk kitabı müellifinin bu kitabını; İbn İshâk[26]‘ın ölüm tarihinin hicri yüz elli bir yılı olduğunu hesaba kattığımızda tahmini hicri yetmişbeş’li veya yüz’lü yıllarda yazdığını varsayabiliriz. Hal böyle olunca sahabe kaynaklı rivâyetlerin bile bir asır sonra derlendiğini diğer anlatılan tarihi mâlûmatın ise yüz elli yıl öncesi bilgilerin aktarımı olduğunu tespit etmek gerekmektedir.

 

Bütün bunları neden vurguladık. Bugün bile çok yakın tarihte gerçekleşen tarihi olaylar; vesikalar, şahitler vs. bulunsa bile tam manasıyla aydınlatılamamakta veya aktarılamamaktadır. Bin beş yüz yıl öncesi çağda elimizdeki neredeyse ismi ve tarihsel nitelikleri ayrıntılı verilen kişilerin, anlık özel konuşma ve gerçekleştirdikleri çok yönlü olayların, âlimlerimiz tarafından sanki birebir yanındaylarmışcasına veya çok kesin kaynaklardan alıyorlarmışcasına yapılan aktarımlarına ne kadar inanmak gerekir bunu okuyucuya bırakıyoruz.

 

İlk islâm tarih derlemecisi olan İbn İshâk (ö.151/768); “Benu Melkan b. Kinane’den Humuslu bir adam, Yemen topraklarına geldi. Ebrehe (İbrâhim)[27]‘nin yaptırdığı Kabe’ye (Kulleys) girdi, onu gezdi. Sonra oturdu ve oraya büyük abdestini yaptı. O kiliseye Ebrehe girdiğinde pisliği gördü ve: “Bana karşı bu cüreti kim gösterebilir?” dedi. Arkadaşları ona: “Arab’ların haccettiği o ev (Ka’be) halkından bir adam …” cevabını verdiler. Ebrehe: “Benim Hristiyan olduğumu bildiği halde, bunu bana karşı nasıl yaptı? Öyleyse bende o evi (Ka’be) mutlaka yıkacağım, tahrip edeceğim. Ta ki, hiçbir hacı onu ebediyyen Hacc’etmesin..”dedi. Filler getirtti, kavmine hazırlık yapıp sefere çıkma çağrısında bulundu.”[28] rivâyetinde bulunmaktadır.

 

Kur’ân’ın tamamını tefsir eden ilk âlim olan “Mukâtil İbn Süleyman (ö.150/767) der ki: Kureyş’lilerden bazı delikanlılar, o mabede girip içinde ateş yaktılar. O günde hava çok şiddetli sıcaktı, binayı yaktı yere yıkıldı.”[29] diye farklı bir beyanda bulunmaktadır.

 

Siyer İbn İshâk’ta kayıtlı bu tarihsel mâlûmat’tan, Fil kıssası birinci âyet’inde mücmel ya da muhtasar yer alan “Görmedin mi Rabb’inin Fil Ashab’ına neler yaptığını?” ifadesinin mufasssallaşmış halini görmekteyiz. Buna göre âyet’te geçen “…Fil sahipleri…”; başlarında Habeş etnik kökenli[30] kumandan Ebrehe’nin olduğu, Yemen’den gelen Habeş ve Yemen Arab’larından oluşan, Fil Ashab’ı ordusudur. İbn İshâk’ta yer alan diğer bir önemli açıklamada; “…Ebrehe’nin: “Benim Hristiyan olduğumu bildiği halde…” ifadesinden açıkça anlaşıldığına göre Ebrehe ve ordusu Hristiyan inancına mensup veya destekleyenlerdir. Ayrıca; …Fil sahipleri…” âyet’indeki, Fil’in mahiyetinin, ordunun önünde giden ve savaşmasında araç olarak kullanılan bir hayvan olduğunu anlamaktayız.

 

İlk tarihi kaynak sonrası, geleneksel anlayışta olan diğer müfessirlerin de bu husustaki görüşlerine itibar etmek zorundayız. Bunun için en yaygın ve meşhur müfessir ve kaynaklarına bakalım: Râzî, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb isimli tefsirinde bu konuda şunları kaydeder: “Rivayet olunduğuna göre, Ashame en-Necaşî’den önceki Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem, San’â’da bir kilise yaptırır ve ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, Hacıları oraya çekmektir. Derken, Kinane oğullarından birisi çıkar, o kiliseye, geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu durum da Ebrehe’yi kızdırır. Arab’lardan birisinin bir ateş yakıp, rüzgârın o ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı, bunun üzerine de Ebrehe’nin Kâbe’yi yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür. İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde çok kuvvetli olan ve adı Mahmûd olan bir fil ile birlikte, Habeşistan ve sair yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola çıkar. Ki, bu ordunun içinde, ayrı cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır. Bu sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür. Mekke’ye yaklaşınca, kendisini Abdulmuttalib karşılar ve ona, geri dönmesi için, Mekke’deki mallarının üçte birini vermeyi teklif eder. Fakat o, kabul etmez. Derken, ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne alır.”[31]

 

Hicri beşinci asır âlimlerimizden olan İmam Râzî, Fil Ashab’ı ve onlara adını veren Fil hakkında bilgi verirken “Rivayet olunduğuna göre…” diye konuya başlamaktadır. Bu rivâyet neredendir, kimdendir meçhuldür. Dolayısıyla isimlerini verdiği Ashab’ı Fil’e dair kişilerin, ilmi olarak kesinliğini sağlamak mümkün değildir.

 

Muhtemeldir ki, ilk siyer kaynakları olan İbn İshâk, İbn Hişam vd. aldığına ve aktardığına inandığımız bu tamamen zannî malzemeyi Kur’ân’ın Fil Ashab’ı kıssasını anlamak için kullanmak zorundayız. Nitekim 21. Yüzyıl tefsiri olarak niteleyebileceğimiz Diyânet Kur’ân Yolu tefsirinde de “Tefsir ve tarih kaynaklarında anlatıldığına göre…”[32] Diyerek Fil sûre’si tefsirine başlanmaktadır. Çünkü elde “geleneksel”den başka bilgi malzemesi yoktur.

 

İkinci olarak vereceğimiz örnek hicri altıncı asır âlimlerimizden Kurtûbî olacaktır: “Ebrehe, San’a’da el-Kulleys[33]’i inşa etmişti. Bu kendi döneminde yeryüzünde benzeri görülmemiş bir kilise idi, Kendisi Hristiyan’dı. Sonra Necaşî’ye şöyle bir mektub yazdı: “Ey Kral! Ben senden önce hiçbir kral için benzeri inşa edilmemiş bir kilise inşa ettim. Arab hacılarını buraya çevirinceye kadar da işin arkasını bırakmayacağım,” Arab’lar Ebrehe’nin, Necaşî’ye yazdığı bu mektubu kendi aralarında söz konusu etmeye başlayınca, nesi’ (Kameri senenin Güneş senesine uyum) uygulamasını yapanlardan (Fukaym b. Adiyoğullarmdan) bir adam, bu işe çok öfkelendi. Kalkıp, kilisenin bulunduğu yere gitti. Orada abdest bozdu, sonra da çıkıp kendi diyarına geri döndü. Bu durum Ebrehe’ye bildirilince, bu işi kim yaptı? diye sordu. Ona: Arabların Mekke’de Hac için kendisine gittikleri bu Evin (Kâbe’nin) çevresindeki halktan bir adam, senin “Arab’ların Hacılarını buraya gelmeye mecbur edeceğim” şeklindeki sözünü işitince öfkelendi ve gelip burayı pisledi, diye cevap verildi. Bu da senin bu kilise’n bu işe layık değildir, anlamına gelir. Bunun üzerine Ebrehe öfkelendi ve Evin üzerine yürüyüp, onu yıkacağına and içti. Yanında bulunan bir adamı da Kinaneoğullarını bu kiliseyi hac etmeye davet etsin, diye gönderdi. Kinaneoğulları -ki kilisenin içerisine pisleyen adamın da mensub olduğu kabiledir- gönderilen bu adamı öldürdü. Bu uygulama Ebrehe’nin öfkesini, kinini arttırdı. Daha sonra Habeş’lilere verdiği emir üzerine Habeş’liler savaş için hazırlandı, gereken şekilde teçhizattandılar. Beraberinde Fil ile birlikte yola koyuldu. Arab’lar bunu işittiler. Bu işi büyük bir musibet olarak kabul ettiler ve dehşete kapıldılar.”[34]

 

İmam Râzî gibi İmam Kurtûbî’de, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’ân adlı tefsirinde beyan ettiği gibi Fil Ashab’ı; başında Ebrehe[35] denilen, Hristiyan dinine mensup bir Habeş’li komutanın bulunduğu muhtemelen çoğunluğu Habeş halkından oluşan askeri topluluktur. Fil ise bu ordunun kullandığı sayısı hakkında muhtelif rakamlar verilen bir savaş Fil’idir.

 

İbn Kesir (ö.774/1373), tüm Fil Ashab’ını itikâdi açıdan değerlendirirken; “Fil Ashab’ı Hristiyan bir kavim idiler. O sırada onların dini putlara tapma bakımından Kureyş’lilerin haline çok benziyordu.”[36] Diyerek, Fil Ashab’ının dini yapısı hakkında kesin bir tespitte bulunmaktadır. 

 

Âlim’lerimiz, farklı tefsir ve siyer kaynaklarında, ufak tefek farklılıklarla aynı kişiler, olaylar, coğrafyalar ve kronoloji vermektedirler. O halde Kur’ân’ın Fil sûresinde bildirilen Görmedin mi Rabb’inin Fil Ashab’ına neler yaptığını?” Âyet’indeki Fil Ashab’ını ve Fil’in mahiyetini; geleneksel kaynaklarda bildirilen tarihsel nitelikli zannî bilgi malzeme muvacehesinde kabul etmek ve tarihselleştirmek, Kur’ân perspektifinden mâkul, mantıklı ve uygundur. Realitede budur. Bu şekilde bir mufasssallaştırma, Fil kıssası veya sûre’si îtikadına, îmâni bir zaaf veya engel teşkil etmez. Bizce doğru bir detaylandırma metodolojisidir.

 

Kur’ân’ın Fil Ashab’ı kıssa’sı veya sûre’sini oluşturan beş âyet’i baz alıp, bize ulaşan geleneksel kaynaklarımızdaki diğer bilgi malzemesini nasıl yok sayabilir veya silebiliriz? Yüzyıllar boyu geleneksel metodoloji ile yâni zannî bilgi malzemesi ile bu kıssaya inananlar ve hala inanmaya devam eden Kur’ân muhatapları açısından, nasıl bir itikâdi hüküm vermemiz gerekmektedir.

 

Görüleceği üzere çıkmaz bir sokakta veya labirentte debelenmekten başka bir anlam ifade etmeyecek tepkisel kabullerle hareket edemeyiz. Geleneksel kaynakları tümden yok sayamayacağımız gibi (realite olarak mümkün de değildir) ona halisâne niyetlerle itibar edip inananları da töhmet altında bırakacak “itikâdi” kesin hükümler inşa etmemeliyiz.

 

Kur’ân nokta-i nazarından mâkul ve mantıklı olmayan; itikâdi açıdan faydasız ve aynı zamanda zararlı olacak tarihsel zannî bilgi malzemesini eleyerek, ayıklayarak, süzerek en azından bunlara “aykırı/muhalefet şerhler” koyarak, Fil Ashab’ı kıssasının detaylandırılmasındaki anlayışlarda/anlayışımızda Kur’ân perspektifinde düzeltmelere, revizyonlara gitmemiz gerekmektedir.

 

Fil Ashab’ı kıssasının gerçekleşme tarihi, Ebrehe’nin tarihsel kişiliği, ordusunun hareket güzergahı, Kulleys’in yapısal ihtişamının tarifi, Fil’in veya Fil’lerin sayısal keyfiyeti, fiziksel mahiyeti, onun insan sözü ile Kâbe’ye saldırmamak üzere çöküp veya hareket etmemesi, Ebâbil kuşlarının mahiyeti, geldiği yöre, sayıları, attıkları taşların keyfiyeti, insanları yaraladıkları veya deldikleri yerleri, vd; lüzumsuz, gaybi, mitolojik, tahminî ve indî ayrıntılarla uğraşarak bir nevi “gaybı taşlamak” benzeri faydasız, gereksiz, ihtilafları körükleyici, demogojik ve polemik konularından içtinab etmemiz elzemdir.

 

 

Fil Ashab’ının Sayısal Keyfiyeti:

 

İbn İshak, Ashab’ı Fil ordusunun sayısal keyfiyeti hakkında şöyle bir rivâyette bulunmaktadır: “En-Necaşi mektubu okuyunca mırıldandı ve secdeye kapandı. Devs’le beraber altmış bin kişi gönderdi. Başlarına Ruzbe’yi Komutan tayin etti.”[37] Yemen’de oluşturulan ordu ve komuta kademesi hakkındaki bu rivâyette yer alan “Altmış bin” sayısı daha sonraki İslam tarih ve tefsir âlimlerince baz alınıp, Ebrehe ordusunun sayısal miktarını belirtmek için kullanıldığını gözlemlemekteyiz.

 

İbn Hişâm ise bu miktarı biraz arttırarak rivâyette bulunmaktadır: “Bunun üzerine Devs, Kayser’in mektubuyla birlikte Necâşi’nin yanına geldi. O da onunla birlikte Habeş’lilerden “yetmiş bin” kişiyi gönderdi ve onların üzerine onlardan Eryat isminde bir adamı kumandan kıldı. Onunla birlikte onun askerleri içerisinde Ebrehe El Eşrem’de bulunmaktaydı.”[38] Dolayısıyla Necâşi’nin gönderdiği Habeş ordusunun, daha sonraki gelişen olaylar sonucu başına geçen Ebrehe’nin, Kâbe’ye saldırmak için kumanda ettiği ordunun sayısal keyfiyeti yetmiş bin olarak kabul edilmektedir.

 

 

Son dönem Âlim’lerimizden Mikail Bayram Ashab’ı Fil ordusunun sayısal keyfiyeti hakkında, kaynak vermeden; “Ebrehe’nin “yirmi bin” kişi olduğu rivâyet edilen ordusu”[39] yorumunda bulunmaktadır.

 

 

Fil’in Mahiyeti:

 

 

Kur’ân’daki Fil kıssasında adı geçmesine rağmen işlevi ve sayısı hususunda hiçbir açıklama bulunmamaktadır. Sûre’ye de ismini veren Fil hayvanının, Fil ordusu içerisindeki konumu Kur’ân muhataplarınca merak edilmiş ve süreç içerisinde bu olgunun üzerine neredeyse bir mitolojik bir tevâtür ağı örülmüştür.

 

Ancak, Fil Ashab’ı ordusunun içindeki Fil ile alakalı Hz. Resûl’den gelen bir hadis, onun konumunun, tevhîd’i bir anlayışla algılanmasını veya yorumlanmasını gerektirmiştir. “Hz. Peygamber, Mekke’nin fethedildiği gün, “Allah, Fil’i Mekke’ye girmekten alıkoydu ve yalnız Resûl’ü ile mümin’leri oraya hâkim kıldı” buyurmuş, Hudeybiye’de devesi Kusva çökünce bazı sahabilerin, “Kusva çöktü” demeleri üzerine de “Kusva çökmedi, onu Fil’i tutan tuttu” demiştir.”[40] Böylece Fil’in, ordunun başında bulunduğu ve Mekke’ye saldırı için harekete geçirilmek istendiğinde yerinden kımıldamadığının kabulü ile birlikte Hz. Resûl’ün dile getirdiği “Allah, Fil’i Mekke’ye girmekten alıkoydu” ve “Kusva çökmedi, onu Fil’i tutan tuttu” buyruğu, Allah’ın itaatkâr bir kulu olarak, onun bu hareketi ile Allah’ı tesbih ettiğinin kabulü, ordu ile Fil farkını ve fiilerini, tevhîd’i açıdan değerlendirmek sahih bir anlayış olacaktır kanaatindeyiz.

 

Nitekim Râzî; “O topluluğun, hayvanlıkta, anlayışsızlık ve akılsızlıkta, o fiilin cinsinden olduklarına delalet eder. Hatta, bunda şöyle bir incelik vardır: İki kişi arasında arkadaşlık (beraberlik) varsa bunu ifade etmek için, seviyece daha alt olan, üsttekine izâfe edilerek “Bu şahıs falanın sahibidir” denilir, yoksa bunun aksi yapılmaz (meselâ Ammar Sahlbu’n-Nebiyyi denir, fakat Nebî Sahia Ammar denilmez). İşte bu yüzden, Hz. Peygamber (sas)’in Ashab’ına, “Sahabe” adı verilmiştir. Binâenaleyh, ifadesi, o topluluğun, o Fil’den derece bakımından daha aşağı ve dûn olduklarına delalet eder ki, işte Cenâb-ı Hakk’ın “hatta daha da sapık...” (A’râf, 179) ifadesinden kastedilen budur. Şu hadise de bunu tekid eder: Onlar her ne zaman o Fil’i, Kâ’be tarafına döndürmeye çalışmışlarsa, o oraya dönmemiş ve o cihetten aksi istikamete doğru kaçmıştır. Fil bu hareketiyle adeta, “Hakk’a isyanın bulunduğu yerlerde, mahluka itaat edilmez. Benim azmim ve iradem, medhe layık bir azmdir. Onlar o, âdi azim ve iradelerini terk etmediklerine göre, hem niye bu azim ve irademi terk edecek mişim?” demek istemiştir ki, böylece bu, o Fil’in, o topluluktan daha iyi halli olduğuna delalet eder.”[41] Şeklinde, Fil’in itaatkâr bir kul olarak, Kâbe’ye saldırmaya aracı olmayı reddettiğini tefsir etmektedir. Bizce bu tefsir, peygamberimizin hadisi ile paralellik arzeden veya o yönde sahih bir yorumdur. Ancak bu aşamada durmak gerekirdi.

 

Oysa Kurtûbî, Fil’in adından, kulağına emirler veren kişiyle diyaloglarına kadar metoforik ve mitolojik nitelikteki detaylar rivâyet eder; “Fil’in adı “Mahmud” idi. Ebrehe’nin kararı Beyt’i yıkmak, sonra da Yemen’e geri dönmekten ibaretti. Fil’i Mekke’ye yönlendirdiklerinde Nufeyl b. Habib gelip Fil’in yanında durdu. Daha sonra Fil’in kulağını yakalayarak: Ey Mahmud otur ve geldiğin yere selametle geri dön. Sen Allah’ın Haram beldesindensin, dedikten sonra kulağını bıraktı. Fil de çöküverdi, Nufeyl b. Habib de hızlıca koştu ve dağa tırmandı. Kalksın diye Fil’i dövdülerse de kalkmadı. Kalkması için bu sefer baltalarla başına vurmaya başladılar, yine kalkmadı. Bastonları kalksın diye karnına soktular, yine kalkmadı. Yemen’e dönmek üzere onu geri çevirdiler, kalkıp koşmaya başladı. Yolunu Şam’a çevirdiler aynı şekilde, doğuya çevirdiler aynı şekilde yaptı. Fakat Mekke’ye çevirdiklerinde yine çöktü.”[42]

 

İbn Kesir; “Orduya benzeri görülmemiş büyüklükte Fil’ler iştirak etti. Bu Fil’e Mahmûd adı veriliyordu. Bu Fili Necâşi bunun için Ebrehe’ye göndermişti.”[43] Tespitini yaparken diğer kaynaklardan farklı olarak Mahmûd adlı Fil’in özellikle Habeşistan Kralı Necâşi tarafından Ebrehe’ye gönderildiğinin vurgusunu yapar.

 

“Kaynakların çoğunun orduda Mahmud adlı bir tek Fil’in bulunduğunu kaydetmesine karşılık bazı rivâyetlerde sekiz, on iki, on üç, hatta 1000 kadar Fil’den bahsedilmektedir. Mahmud adının Arab’ça kaynaklara, nesli tükenmiş büyük tarih öncesi Fil’lerine verilen “Mamut” (mammouth) adından bozularak girmiş olabileceği ileri sürülmektedir.[44]

 

Anlaşılacağı üzere Allah’ın detay vermediği nüansalar üzerinde âlimler, Mekke arkaplanında bulunan (sıhhati meçhul) tevatürler üzerine metaforik ve mitolojik bir ağ daha örmüşlerdir. Hedef, Kâbe üzerine saldıranlardan, sebeplerinden ve hedeflerinden ziyâde, onların donanımları ve uğradıkları akıbetlerindeki ayrıntıların mitolojisiyle doldurulmuş ve tarihsel süreç içerisinde kıssanın tevhidi mesajı kasti olmasa da lüzumsuz bilgiler yığınıyla tezyif edilmiştir.

 

 

Fil Ashab’ı Kıssasının Zamanı:

 

 

Fil kıssasının ne zaman gerçekleştiğini kıssayı anlatan Fil sûre’sindeki âyet’lerden anlayamamaktayız. Anlamamız zaruri midir diye sorguladığımızda bunun itikadi anlayışımız açısından çok da elzem bir husus olmadığını fehmetmekteyiz. Tıpkı Fecr sûre’sindeki Elem tera keyfe fe’ale rabbuke bi’âd / Görmedin mi rabbın nasıl yaptı Âd’e” âyetinin zamanının çok önemli olmadığı gibi.

 

Âd kavmi veya Hûd (as) kıssasının gerçekleştiği tarih, Fil Ashab’ı kıssasının gerçekleştiği tarihe göre çok eski olmasına rağmen Cenâb-ı Hakk ille de bir tarih/zaman araştırılsın yönlendirmesinde bulunmamıştır. Cenâb-ı Hakk’ın Elemterâ / Görmedin mi” hitabı; geçmiş bir tarihte ve zamanın birinde gerçekleşen ibret verici bir olayın tevhîd’i bazda hatırlanılmasının istenmesidir.

 

Dolayısıyla Fil sûresi birinci âyet’indeki “Elemterâ/Görmedin mi” sorusu tarihsel zaman araştırmasını değil “zaman” içinde gerçekleşen bir olayın hatırlanarak ibret alınması isteğidir.

 

Lâkin siyer ve tefsir âlimlerimiz bu olgunun (Fil Ashab’ı olayının) hangi zamanda gerçekleştiğinin üzerinde hayli kafa yormuşlar ve birtakım tarihler ortaya çıkarmışlardır. Realite ortadayken bizim bunları külliyen reddetmektense mâkul ve mantıklı bir kabule yönelmemiz vasat bir anlayış olacağı kanaatiyle mülahazada bulunmayı tercih ettik.

 

İbn İshâk, “Resulullah (sav) Fil yılında doğdu.”[45] Kaydını koyarak, Fil Ashab’ı kıssasının zamanını sabitlemiştir. Hz. Muhammed’in Fil yılında doğumunun kabulü aynı zamanda Fil olayı ile Resûl’ulah’ın doğumunun birlikte değerlendirilerek her iki olayın aynı yılda olmasına olağanüstülük izâfe edilmesini gerektirmiştir. “Bu hâdisenin, Cenâb-ı Hakk’ın kudret, ilim, hikmetine ve Hz. Muhammed (sas)’in şerefine delalet ettiğinde ise şüphe yoktur. Zira, biz ehl-i sünnet mezhebine göre, peygamberliklerini tesis için, peygamber olarak gönderilmezden önce bir takım olağanüstü hallerin gösterilmesi mümkün ve vaki olup bunlara irhasat denilmektedir.”[46]

 

Dolayısıyla aynı zamanda “Fil hâdisesi de Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle ilişkilendirilmiştir. Delâil müellifleri, Hz. Peygamber’in nübüvvetini belgeleyen doğum öncesi kanıtlar arasında, hakkında Kuran’da aynı isimle bir sûre bulunan meşhur “Fil Olayını” da zikretmişlerdir.”[47]

 

“İrhasat” kavramı o kadar mübalağalı hale getirilmiştir ki, Fil olayı olmazdan evvel, ana karnında olduğu ileri sürülen Hz. Muhammed (as)’in bir mucizesi olduğunu iddiaya kadar işi ileri götürmüşlerdir. “Rivâyete göre Ebrehe, Peygamber anne rahmine düştükten sonra Mekke’yi kuşatma altına alır, fakat “bu mübarek cenin” hürmetine Allah, Ebrehe’yi ve ordusunu perişan bir vaziyette geri çevirir. Dolayısıyla bu sahnede “cenin” ön plana çıkarılmaktadır. Hatta bu işin, Peygamber’in “irhası” olduğu bile ünlenmektedir. Bu yüzden de Fil olayının Peygamber’in dünyaya geldikten sonra meydana gelmiş olabileceği iddia edilmektedir. Bu yaklaşımın kaynağının, Peygamber’in yüzü suyu hürmetine yeryüzünün yaratılması anlayışının bir uzantısı olduğu kanaatini taşımaktayız. Peygamber’in olmadığı bir dünyada, nasıl Peygamber’in yüzü suyu hürmetine bu işin yapıldığı da açıklanması zor bir husustur. Oysa Kur’an, olayı “Kâbe” merkezli anlatmaktadır ve Kureyş sûre’sinde “Bu Beyt’in Rabbine ibadet edin” şeklinde de “Bu Beyt’e” vurgu yapılmaktadır. Ayrıca Allah’ın, Mekke’yi İbrahim’in duası neticesi “güvenli korunmuş bir şehir/ harem” kıldığı, bu sebeple “Oraya girenin emin/emanda” olduğu da ifade edilmektedir. Bunlarla birlikte Cahiliyye döneminde de Mekke’nin haremine önem verildiği ve bu durumun Allah’ın Mekkelilere bir ihsanı olduğu belirtilmektedir. Ne yazık ki peygamberle ilgili her hususa olağanüstülük ihdas edenlere bu kadar kesin deliller ve açıklamalar kafi gelmiyor ki Allah’ın Fil Ashab’ına verdiği cezayı “cenin”e bağlıyorlar.”[48]

 

Ancak bir realite var ki, o da Hz. Peygamberin doğduğu yıl ihtilaflıdır. Dolayısıyla Fil Yılı’da belirsizdir. “Bu olayın, Arab’lar arasında büyük tepkisi olmuş, vuku bulduğu yıl “ ‘Âmu’l-fil: Fil yılı”, bir tarih başlangıcı gibi kullanılmıştır. Hz. Peygamber (sav)’in bu yılda doğduğu rivâyet edilir. Başka rivâyetlere göre peygamber (sav)’in doğum tarihi, bu yıldan itibaren on üç yıl ile kırk yıl arasında değişmektedir.”[49]

 

Bu husustaki günümüz diğer yorumlarıyla konuyu detaylandıralım: “Hz. Peygamber’in miladi 571 veya 573 yıllarında doğduğu söylenebilir. Fil ordusu, Muharrem ayının ortasında, Hz. Peygamber’in doğumundan elli küsür gün önce (iki aydan birkaç gün eksik) Mekke’ye gelmiştir. (….)  Bütün bu rivayetlere rağmen Hz. Peygamber’in Fil olayının gerçekleşmesinden yaklaşık iki ay sonra Rebiulevvel ayında dünyaya geldiği açık olmakla birlikte, senesi hakkında herhangi bir bilgi sunulmamaktadır.” (…) Kister, Ebrehe’nin Hulubân seferi üzerine yazdığı bir makalesinde G. Ryckmans’ın yolculuğu esnasında Murayğan kuyusu yakınlarında kaya üzerine kazılı bir kitabede Ebrehe’ye ait olduğu düşünülen iki sefere değinen arkeolojik bir keşiften bahsetmektedir. Mevcut kitabeye göre Ebrehe, bu seferi 563 veya 552 yıllarında gerçekleştirmiştir. Özellikle 552 yılı, Zührî’den aktardığımız Fil yılı hakkındaki tarihlendirme ile birebir uyum sağlamaktadır. Fakat Ebrehe’nin bahse konu olan seferlerinden başka bir sefer daha yapmış olabileceği de ihtimal dâhilinde düşünülmelidir. Ancak her ne kadar bu şekilde tarihlendirmeler yapılsa da Fil yılı ile ilgili kaynaklarımızın genel anlamda 560’lı yılların sonu ile 570’li yılların başını verdiğini söyleyebiliriz.”[50]

 

Ezcümle şöyle toparlayabiliriz. Fil Ashab’ı kıssası gerçekleşme zamanı; geleneksel kaynakların ittifakına nazaran, Hz. Peygamberin doğumuna yakın bir zamana tekabül etmektedir. Ancak milâdi bir tarihte karar kılınamamış yâni kesin bir tarih vermek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, İslâm âlimleri Hz. Peygamberin doğumuna ve risâletine daha kutsiyet izâfe etmek kastıyla her iki olayı birleştirmeye çalışmışlar ancak ilmi açıdan bunda ittifak veya delâlet sağlayamamışlardır.

 

Belki konumuzu tâli olarak ilgilendirmekte ama biz yine de üzerinde mütalaa etmek istiyoruz. “Hz. Peygamberimizin doğduğu gün, ay ve yıl üzerindeki ihtilafların hikmetini anlamak biraz da İslâm’ın ruhuna nüfuz etmeye bağlıdır. Eğer Hz. Peygamber’in zamanında bu önemli olay üzerinde durulsaydı, kesin olarak Hz. Peygamber’in doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak belirlenebilirdi ve bütün bu ihtilafları gidermek de mümkün olabilirdi. Peygamberin yaşamı ile ilgili olarak en küçük ayrıntıları veren bir nesil için bu çok kolay bir iş olurdu. “O halde bu kolay iş niçin yapılmadı? Yahut niçin ihmal edildi?” sorusuna uzun bir cevap verilecek olursa, İslâmiyet’te kutsallık, bir varlık ile sınırlandırılmıştır; o da Yüce Allah’tır. Başka hiçbir varlığa ve hiçbir şeye kutsallık vermek uygun değildir. Onun için İslâm anlayışında mukaddes gün, mukaddes adam, mukaddes hatıra, mukaddes şey yoktur. Allah’ın dışındaki varlıklara, kişilere ve nesnelere atfedilen kutsallık izâfidir. Bazı yerler ve nesneler yaptığı görev ve taşıdığı hatıra bakımından bir değer ifade eder. Yoksa mukaddes değildir. Müslüman’lar, putperestliğin herhangi bir şekline saptıracak her hareketten sakınmışlar ve bunun için gereken her tedbiri almışlardır. Daha sonraki Müslüman’lar ise Peygamberin doğduğu güne kutsiyet atfetmek arzusuyla hareket ederek, araştırmalar yapmışlar ve bu yüzden anlaşmazlıklara düşmüşlerdir. Bu anlaşmazlıklar Hz. Peygamber dönemindeki Müslümanların çok derin ve yüksek manalı hareketi karşısında değersiz kalmıştır. Çünkü Hz. Peygamberi anmak ve onu tebcil etmek isteyen bir Müslüman’ın herhangi bir güne saplanmasına gerek yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir. Ve o şahsiyetin tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet şu veya bugünde merasim yapmakla ifa edilmiş olunamaz. Ancak onun getirdiklerine en samimi bağlarla bağlanarak ve onları yaşatarak yerine getirilir. Bu yüzden ilk Müslüman’lar, güzel günlerin anılarını belli bir zamanla sınırlamak istememişlerdir. Bu inceliği anlamayanlar gün, ay ve yıl belirlemek için ihtilaflara düşmüşlerdir ve bu aykırılıkların içinden çıkamamışlardır. Gerçekten Müslüman’ların, ‘Kutsal günler’ diye bir şey tanımamış olmaları, onların en belirgin özelliklerinden biri olmuştur. Çünkü gün ve saate bereket veren gerçek neden, o günü yaşama tarzı ile ilgilidir. O gün ve saati insanca ve Müslüman’ca yaşayan, Hz. Peygamberi kendisine rehber ve örnek alan kişi, umulan her bereketi gerçekleştirmiş olur.”[51]

 

Binâenaleyh Fil Ashab’ı kıssasının da kesin oluş zamanının belirlenememesi Kur’ân perspektifinden önem arzetmediği gibi bu kıssayı tevhîd’i anlamda algılamamızda da herhangi bir zafiyet teşkil etmemekte/etmeyecektir.

 

Ashab’ı Fil olayının Coğrafyası:

 

                İlk İslâm tarihçisi olan İbn İshak, Fil Ashab’ı olayının geçtiği coğrafya hakkında şu tespitte bulunur: “Nihayet Mekke’den altı mil uzaklıktaki El-Mağmes’e girdiler. Öncü kuvvetlerini Mekke’ye gönderdiler.”[52] 

 

                İbn Hişam Ebrehe’nin Fil Ashab’ı ile konakladığı yeri; “Ebrehe beraberinde Ebu Rigal olduğu halde çıktı ve onu Mugammis’e indirdi.”[53] Diyerek, Mugammis adlı coğrafya olduğunu bildirir. Kurtûbî gibi İbn Kesir’de aynı coğrafya ismini vermektedir. “Ebrehe Mekke yakınlarındaki El-Muğammes’e gelince orada konakladı.”[54]

 

                Nitekim Kurtûbî Muğammis’teki konaklama sebebini şöyle açıklar: “Ebrehe, Muğammis denilen yerde konaklayınca Habeş’liler arasından el-Esved b. Maksud diye bilinen bir adamı atlılarından bir grubun başına ko­mutan olarak gönderdi. Esved Mekke’ye varınca Kureyş’lilerden, Tihame’liler ile diğerlerinin mallarını önüne katıp götürdü. Bu arada Abdu’l-Muttalib b. Haşim’e ait iki yüz deve de almıştı.”[55]

 

İlk kaynaklarda yer alan Muğammes vadisi, “Günümüzde Arafat’ın dokuzuncu yolundan Seylülkebîr’e giderken hudut levhalarını geçtikten sonra Taif yoluna doğru beş kilometre sağda yer almakta ve “Yeşil Vadi” adıyla bilinmektedir.”[56] Ebrehe ve ordusunun, Mekke ileri gelenleri ile iletişim kurmak ve son saldırı hazırlıklarını yapmak üzere Mekke’ye yakın konakladıkları son yerdir.

 

İbn İshak bu konuda şunları kaydeder: Ebrehe ve ordusu orada gecelediler. O gece öyle bir gece oldu ki, sanki yıldızlar asık suratla onlara yaklaşmış, konuşuyor gibiydiler. Sanki ruhları azap içerisindeydi. (….) Seherle birlikte yola çıktılar. Seherde Mekke’de olmak arzusuyla Fillerini sürdüler. Mekke’ye doğru yönelttiler.”[57] Buna göre Ashab’ı Fil ordusu Muğammes’te bir gün bir gece konaklarlar.

 

Ebrehe ve ordusu daha sonra muğammes’ten hareket ettiklerinde; “Müzdelife ile Mina hudutları arasında kalan ve bugün “Vadiinâr” diye isimlendirilen kalınması zaruret olmadıkça câiz olmayan”[58] Muhassir vadisine vardıklarında her şey ters gitmeye başlar. Aniden beliren kuş sürülerinin yoğun taş saldırısıyla tarumar olup, telef olurlar. Hadis kaynaklarında, bu mevkide yaşanan meş’um olayın vehâmetini hatırlamak kasdıyla, Hz. Resûl’ün; “Fil ordusunun helak edildiği yer olan Müzdelife ile Mina arasındaki Muhassir Vadisi’nden geçerken devesini kamçıladı ve hızlıca geçti, (Nesai, Menâsikü’l-Hac, 215; Tirmizi, Hac, 54) Muhassir vadisini geçince durdu ve insanlara Cemre’lere atmak üzere ufak ufak taş toplamalarını emretti. (Nesai, Menâsikü’l|-Hac, 204)”[59] rivâyeti yer almaktadır.

 

Geleneksel tarih ve tefsirciler ile çağdaş müfessir ve müelliflerin ortak ve homojen rivâyetlerden hareketle çok farklı açılımlar ve tespitler yapabildikleri bir husus olan Keyd/ Tuzak konusunu detaylarıyla incelemeye başlayacağız:

 

 

Ashab’ı Fil’in Tuzağı/Keyd:

 

 

                Fil kıssası ikinci âyet’inde Cenâb-ı Hakk; “Onların kötü keyd/tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?” diyerek, Fil Ashab’ının bir tuzağı olduğunu ancak bu tuzağın ne ve detayları hakkında sarih bilgi vermemektedir.

 

                Sözlükte “tuzak ve pusu kurma, hile yapma, entrika çevirme; ceza verme, tedbir alma” anlamında masdar olan keyd “tuzak, hile, plan, komplo, ceza” gibi mânalarda isim olarak da kullanılır. Râgıb el-İsfahânî keyd’i “bir tür hile” şeklinde tanımladıktan sonra bunun olumlu veya olumsuz anlamda olabileceğini, ancak olumsuz anlamda kullanımının daha yaygın olduğunu belirtir. Keyd, Kur’ân’da hem Şeytan’a ve yandaşı olan inkârcılara hem de Allah’a nisbet edilerek türevleriyle birlikte otuz iki yerde tekrarlanmıştır. Bu kullanımlarda kelime Şeytana ve inkârcılara nisbet edildiğinde ilâhî daveti engellemeye, kutsal değerleri tahrip etmeye yönelik her türlü kötü, yıkıcı eylem ve faaliyetin ön hazırlığını; Allah’a nisbet edildiğinde ise ilâhî cezalandırmanın bir çeşidi olarak kötü eylem ve hazırlıkların hedef ve amacına ulaşmasını engellemeye yönelik her türlü karşı tedbirin alınmasını ve bunları hazırlıyanların komplolarını aleyhlerine çevirmek suretiyle cezalandırılmasını ifade etmektedir. Bu anlamı en iyi şekilde belirten örneklerden biri Fil sûre’sinde geçmektedir.”[60]

 

Kur’ân’daki “keyd” kelimesi bazı kullanımlarına bakalım:

“Kâle yâ buneyye lâ taksus ru’yâke alâ iḣvetike feyekîdû leke keydâ inne’şşeytâne lil insâni aduvvun mubîn / Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak/keyd kurarlar! Çünkü Şeytan insana apaçık bir düşmandır.”[61]           

Veumlî lehum inne keydî metîn / Ben onlara mühlet veririm. Şüphesiz benim keyd/tuzağım çetindir.[62]       

“İnnehum yekîdûne keyden ve ekîdu keyden, / Onlar bir keyd/tuzak kurarlar, Ben de bir keyd/tuzak kurarım.”[63]        

 

                Geleneksel siyer ve tefsir kaynaklarımız, Cenâbı Hakk’ın Fil kıssasında beyan ettiği bu tuzağın, Mekke’deki eski ev “Kâbe”nin, başında Ebrehe adlı Habeş komutanın bulunduğu Fil Ashab’ı tarafından yıkılarak, Hac olayını kendilerinin Sana’da yaptıkları Kulleys isimli kiliseye yönlendirilmesini amaçladıklarını aktarmaktadırlar. İbn-i Hişam bunu siyer’inde açıkça belirtmektedir: “Sonra Ebrehe San’a da Kulleys’i büyük, eşsiz bir kiliseyi inşâ etti. Sonra Necâşi’ye şöyle yazdı. Şüphesiz ben ey melik, senin için bir Kilise yapmışımdır ki senden önce gelen hiçbir melik için misli inşâ edilmemiştir. Arab’ın oraya “Hac” etmesini çevirmedikçe işin peşini bırakan değilim.”[64]

 

                Kurtûbî, bunu öz ve veciz biçimde şöyle beyan eder: “Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?” Boşa çıkarıp, işe yaramaz hale getirmedi mi? Çünkü onlar öldürmek, esir almak suretiyle Kureyş’lilere Beytullah’ı tahrib ve yıkmak suretiyle de Beyt’e karşı düzen kurmak istemişlerdi.”[65]

 

Râzî’nin, geleneksel kaynaklardaki bu görüşlere şerh anlamında anlaşılabilecek, “keyd” olgusu kelime anlamını vurgulayarak yaptığı şu beyanı dikkate şayandır: “Bil ki, “el-keydu” bir başkasına, gizlice zarar vermek istemektir. Buna göre şayet, “Peki, bu şey âyan beyan ortada iken, Cenâb-ı Hakk bu işi niçin “keyd-tuzak” diye isimlendirmiştir? Zira, karşı taraf, Kâbe’yi yıkacağını açıkça söylüyordu...” denilirse, biz deriz ki: Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama, onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Arab’lara olan kıskançlığını içinde saklıyor, Kâbe sebebiyle, Arab’lar için hasıl olan o şerefi Arab’lardan ve onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu”[66]

 

Çağdaş müfessirlerden Mevdûdî (ö.1979)’de aynı görüştedir: “Burada “keyd” kelimesi kullanılmıştır. Bu bir şahsa zarar vermek için “gizli tedbir” manasında kullanılır. Burada bu gizli şeyin ne olduğu sorulabilir. 60.000 asker ve filler ile Yemen’den Mekke’ye hareket eden Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için geldiği gizli değildi. Onun için buna gizli tedbir diyemeyiz. Fakat Habeşistan’lıların gizli amacı, Kâbe’yi yıkarak Kureyş’i ezmek idi. Bütün Arab’ları korkutarak Güney Arabistan’dan, Şam ve Mısır’a uzanan ticaret yolunu ele geçirmek istiyorlardı. Onlar bu maksatlarını gizli tutmaktaydılar. Kabe’ye saldırmaları zahiren, Arab’ların, Kilise’ye saygısızlık yapmalarının intikamı olarak gözüküyordu.”[67]

 

                Çağdaş yorumcular, Mekke’ye saldırıyı dolayısıyla Ebrehe’nin tuzağının sebebini başka bir açıdan değerlendirmektedirler. Buna göre; Kureyş’in, Yemen’de artan ticari faaliyetlerinin, Yemen’e egemen olan Habeşlileri rahatsız ettiğini iddia etmektedirler. “Kaynaklarımızda Hâşim’in (Hz. Peygamberin büyük dedesi) Habeşistan Necaşî’sinden bazı ticari imtiyazlar aldıktan sonra ona bağlı olarak Yemen’de hüküm süren Ebrehe b. el-Eşrem ile de ticari bir ittifak yaptığına dair bilgiler bulunmaktadır. Hâşim’in yaptığı bu ittifaklar ile Kureyş toplumu gözle görülebilir bir refaha ve zenginliğe kavuşmuştur. Bu ticari faaliyetler Abdulmuttalib zamanında da artarak devam etmiştir. Hicaz bölgesinde yaşayan Kureyş kabilesine mensup toplulukların yarımada’da gittikçe artan ticari faaliyetleri, komşu devlet ve kabilelerin ticari faaliyetlerini sekteye uğratacak kadar büyümüş olmalı ki Yemen’e hâkim olan Ebrehe’nin Kâbe’nin fonksiyonunu icra edecek bir kilise inşa etmesine neden olmuştur. Ebrehe’nin böyle bir Kilise/Kulleys/el-Quallis inşâ ettirmesinin diğer bir sebebi insanların Kâbe’ye yaptıkları dini ziyaretlerini kendi ülkesine yönlendirmekti.”[68]

 

                Günümüz alternatif yorumları arasında sayılan bir başka Ebrehe “tuzak” sebebi ise milâdi altı yüzlü yıllardaki devletlerarası ilişkilerde egemenlik tesisi ile alakalı jeopolitiktir. “Yemen, San’a gibi Güney Arabistan şehirlerine hâkim olup bölgedeki Hindistan deniz ticaretini ele geçirdikten sonra dinî ve ekonomik hedeflerini Arab yarımada’sına yaymak üzere gözünü kuzey’e çeviren Ebrehe, Mekke’yi ele geçirerek Arab’lar’ın gittikçe gelişen ticarî faaliyetlerdeki hâkimiyetlerine son vererek, San’a’yı Arabistan’ın dinî, ticarî ve siyasî merkezi haline getirmek istemekteydi. Bu arada Arab yarımadasındaki kuzey-güney bölgeleri arasında kilit noktada bulunan Mekke’yi ve orada yaşayan putperest Arab’ları saf dışı bırakmak suretiyle Suriye’ye ulaşması ve Sâsânîler’le uzun zamandır savaşan Bizans’a yardım etmesi de mümkün olacaktı.”[69]

 

                Ferâhî: Habeş ordusu komutanı Ebrehe’nin kurduğu tuzak (Keyd)’in, Mekke ve orada Hac için bulunan halk ile sınırlı bir tuzak plan olduğu iddiasındadır. “Ebrehe’nin, Arab’ların haram aylara hürmeten silah taşımayacağı ve savaşmayacağını düşünerek Mekke’yi kuşatmak için Hac dönemini tercih ettiğini aktarır. Ebrehe, Hac ibadetinin ifâsı için kentin tamamen boşaltıldığı esnada oraya girmeyi hedeflemiş, onlara özellikle teşrik günlerinde saldırmayı istemiştir. Çünkü o vakit Arab’lar, Mina’da vakfede veyahut yorgunluk ve bitkinlikten bitap düşmüş halde bir an önce kendi yerleşim bölgelerine ulaşmak için yola çıkmış olacaklardı.”[70]

 

                Cenâb-ı Hakk’ın; “Onların kötü keyd/ tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?” diyerek dikkat çektiği tuzak hakkında gerek geleneksel kaynaklarda gerekse çağdaş yorumcuların eserlerinde yer alan düşüncelerin kesinliği ile alakalı elimizde hiçbir Kur’ân’i ve tarihsel anlamda vesikalı delil yoktur. Ancak “keyd” ile alakalı bu geleneksel ve modern görüşleri Kur’ân perspektifinden şöyle uzlaştırmak mümkündür kanaatindeyiz.

 

Cenâb-ı Hakk’ın “…boşa çıkarmadı mı…” diyerek vurguladığı “boşa çıkarma” eylemi, Mekke önlerine kadar gelen Ebrehe ve ordusunun tam burada saldırıya uğrayarak telef olmaları; onların kurdukları “tuzak”ın dar anlamda Kâbe dolayısıyla Mekke ve halkına zarar vermeyi amaçladığı; geniş anlamıyla ise Hristiyanlık dinine ve müntesiplerine (bilhassa Habeş ve Bizans krallıklarına) dîni ve dünyevi (ticari/ekonomik) menfaatler sağlamaya yönelik bir teşebbüs olduğudur. Cenâb-ı Hakk, Ebrehe tarafından kurulan bu tuzağı, Kâbe dolayısıyla Hac ibadeti toplamında Allah’a kulluğa yapılan bir engelleme ve kaldırmaya teşebbüs “tuzak” olarak nitelemektedir.

 

Denilebilir ki, putperestlerin elinde Allah’a yapılan şirk nitelikli bir kulluktan, Hristiyanların egemenliğindeki bir kulluk daha ehven/tercih edilebilir değil midir? Buna cevabımız; Allah’ın, Hz. İbrâhim ve İsmaîl vasıtasıyla yeryüzünde tesis ettiği bir ibadeti/kulluğu beşer tercihi ve baskısıyla bir başka mekân ve yapıya tebdil etmek tam da Allah’ın, Fil Ashab’ı sûresi ikinci âyet’inde vurguladığı “keyd/tuzak’a delâlettir.  Bunu yapanlar; Mekke putperestlerine göre tercih edilebilecek/ehven sayılabilecek gibi görünen Hristiyanlar (Ebrehe ve Habeş ordusu) olsa da fark etmez, dolayısıyla böyle “ehveni şer” tercihi yapmak mümkün değildir.

 

Fil Ashab’ı kıssasında “keyd” olgusunun keyfiyeti sarih belirtilmemesine rağmen İmam Râzî’nin “keyd” kelimesi anlam vurgusu eşliğinde, Ferâhî’nin ileri sürdüğü tez baz alınarak, keyd/tuzak olgusu anlayışının pekiştirilerek daha kapsamlı anlaşılabileceği kanaatindeyiz. Bunun yanısıra diğer çağdaş yorumlardaki dünya ve Arabistan jeopolitiği görüşleri ile de desteklendiğinde Fil Ashab’ı kıssasının anlattığı “keyd” olgusu ve kıssa mesajı hedefinde, herhangi bir zayıf algı veya sapma oluşmayacağını düşünmekteyiz.

 

 

Tayran Ebâbil Nedir:

 

 

Onların üstüne Tayran Ebâbil gönderdi.” Fil Ashab’ı kıssasındaki geleneksel ile çağdaş tefsir-tarih anlayışı arasındaki başlıca ihtilaf konusu, üçüncü âyet’te beyan edilen “Tayran Ebâbil” tasviridir. “Tayr” geleneksel kaynaklarda “kuş” olarak kabul edilip üzerinde çeşitli rivâyet ve düşünceler serdedilmiştir. Bu kuşların bin beş yüz yıllık süreç içerisinde yoğunluklu olarak, nitelik yönünün (hangi kuşlar, renkleri, büyüklükleri, nereden geldikleri) araştırılıp algılanması eşliğinde daha ziyade işlevsel yani nicelik vasıflarının (taşları nereden getirdikleri, nerelerinde kaç adet taşıdıkları, taşları nasıl attıkları) ön planda tartışıldığı bir olguya dönüştürülmüştür.

 

Şimdi Fil kıssa’sındaki birbirini tamamlayan “Tayr” ve “Ebâbil” kelimelerinin geleneksel ve çağdaş âlimlerimizce, lügavî ve etimolojik olarak çok farklı anlamlandırma ve değişik tarzdaki yorumlarını örneklendirelim.

 

A-       Tayr/Kuşlar:

 

İbn İshâk; “Güneşin doğuşuyla birlikte, üzerlerinde birtakım kuşlar belirdi. Deniz tarafından geliyorlardı. Ebrehe ve askerlerine taş atmaya başladılar. Her kuşun gagasında bir taş, ayaklarında iki taş vardı. Onlar taşlarını atıp gittiği zaman başkaları peyda oluyordu.  Attıkları taş, karna isabet ettiğinde deliyor, kemiğe isabet ettiğinde onu çatlatıp yarıyordu.”[71]

 

Siyer ve tefsir kaynaklarımız “Tayr” kelimesini “Kuş”a hamlettiklerinden olayı muhtemelen birinci elden görmeyen sahâbi’ler ağzından olağanüstü ve mitolojik diyebileceğimiz çeşitli kuş türleri aktarmışlardır. “Said b. Cübeyr dedi ki: Bunlar semadan gelmiş kuşlardı. Daha öncesinde de sonrasında da onlar gibisi görülmedi. Cüveybir’in, ed-Dahhak’tan onun İbn Abbas’tan rivayetine göre, İbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Onlar (Ebâbil) sema ile arz arasında pençeleri yuva yapan ve yavrulayan bir kuş çeşididir.” İbn Abbas’tan dedi ki: Bu kuşların diğer kuşlar gibi gagaları, köpeklerin pençeleri gibi pençeleri vardı, İkrime dedi ki: Bunlar denizden çıkmış yeşil kuşlardı. Başları yırtıcı hayvanların başlarına benziyordu. Bundan önce de bu kuşlar görülmemişti, daha sonra da görülmedi. Âişe (ra) dedi ki: Bunlar en çok kırlangıç denilen kuşlara benzerler. Aksine bunların kırmızı ve siyah olmak üzere Vatvât[72]‘a benzedikleri de söylenmiştir. Yine Said b. Cübeyr’den şöyle dediği nakledilmiştir: Bunlar sarı gagaları olan yeşil kuşlardı. Beyaz oldukları da söylenmiştir. Muhammed b. Ka’b dedi ki: Bunlar siyah deniz kuşlarıydı. Gagalarında ve pençelerinde taşlar vardı. Bunların misallerde örnek verilen oldukça garib Anka kuşları olduğu da söylenmiştir.”[73]

 

Râzî bu minvalde şunları aktarır: “İbn Şîrîn, İbn Abbas’ın, “Tıpkı, filin hortumu gibi hortumları, köpeğin patileri gibi pençeleri bulunan kuşlar idi…” dediğini rivâyet ederken, Atfi da, İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bunlar, deniz tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı…” Belki de bunun sebebi, o kuşların, dış görünümlerinde siyah renkli, içlerinde de küfür ve mâsiyetin siyahlığı bulunan bir topluluğun üzerine salıverilmiş olmalarıydı. Saîd ibn Cübeyr’den de bu kuşların, küçük beyaz kuşlar olduğu rivayet edilmiştir. Belki, bunun da sebebi, küfür zulmetinin bu kuşlar sebebiyle bozguna uğrayıp sona ermesiydi. Çünkü beyaz, siyahın zıddıdır. Bu kuşların, tıpkı yırtıcı kuşların başlarına benzer başları bulunan yeşil kuşlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, bu kuşlar, bölük bölük olunca, belki de bunların her bir grubu, başka bir şekil üzere idiler. Binâenaleyh, herkes, gördüğünü tavsif etmiştir. Bu kuşların, kırlangıçlar gibi, alaca oldukları da ileri sürülmüştür”[74]

 

Geleneksel kaynakların ittifak ettikleri husus “Tayr” kelimesinin illa bir “Kuş” karşılığı olmasıdır. İhtilaf edilen ise bu kuşların nitelikleridir. Yâni iri mi, küçük mü? Burunları fil burnu gibi mi? Siyah mı beyaz mı yoksa başka renkte mi? Pençeleri köpek pati/pençesi gibi mi? 

 

Kimsenin bizzat görmediği, görmüş olsa bile o anın heyecanıyla farklı algılamasının bir de tevatüren aktarımlarına dayanınca “Tayr/Kuş” mitolojik bir varlık haline dönüştürülmüş dolayısıyla Fil Ashab’ı kıssasındaki, Allah’ın sarih olarak bildirmediği bu husus bir nevi “gaybı taşlamaya” dönüşmüştür. Gaybi bir konuda nerede durulacağı bilinmediğinde iş daha da ilerleyerek, bu mitolojik varlıklar somut algılamalara dönüştürmüştür. “Kaynaklarda İkrime ve İbn Abbas’a nispetle aktarılan, kuşların büyük ve yırtıcı olduğu, yine İbn Cübeyr’e nispetle nakledilen, kuşların cesetleri yediği rivayetlerinde onların, taş taşıdığına dâir bilgi verilmez. Katade ve Ubeyd bin Amîr’e dayandırılan rivayetlerde, kuşların pençe ve tırnaklarıyla taş taşıdığı ifade edilir. Ancak kuşların yırtıcı olduğuna değinilmez. Olayı bu iki yönüyle aktaran rivâyetler ise farklı rivâyetlerin birbirine mündemiç nakledilmesinden öte bir şey değildir. Muhtemelen râviler bu bilgileri birbirine eklemiştir. Öte yandan Taberî (ö.310/923), tarih kitabında ilgili kıssaya ‘bazılarının sözü diğerlerinin sözüne karıştı’ diyerek başlar. İki farklı rivayet üzerine düşündüğümüzde şu sonuca ulaşırız: Kuşların şekli ve rengi, gagalarının sarı olması ve insanlara kuşların farklı farklı –özellikte- görünmesi ancak vakayı bizzat görmekle mümkün olabilir. Kuşların gagalarında ve tırnaklarında taş taşıdığı yönündeki rivayet ise olsa olsa taşların gökten indiğini görenlerden bazılarının uzaktan taşları kuşların attığı zannına kapılmasıyla nakledilmiştir. Olay hakkında başka sağlam bir dayanak olmadığı için sûre’nin dördüncü âyet’indeki “termîhim” ifadesindeki zamirin kuşlara râci olduğunu zannedenlerin âyet’in tevilinden anladığını aktarmış olması da ihtimal dahilindedir.”[75]

 

B-       Ebâbil:

 

Fil kıssası üçüncü âyet’teki “Tayran” kelimesini, kuş olarak anlamlandıran geleneksel müfessir ve tarihçiler açısından daha sonra gelen “Ebâbil” kelimesi “sürüler” olarak algılanmıştır. İbn İshâk’ın rivâyetindeki; “…Onlar taşlarını atıp gittiği zaman başkaları peyda oluyordu...” şeklindeki “kuş sürüleri” tasvirli aktarımı ile Râzî’nin; “…bunlar, deniz tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı…” ile “…bu kuşlar, bölük bölük olunca, belki de bunların her bir grubu, başka bir şekil üzere idiler…” diye beyan ettiği “kuş sürüleri” aktarımı tam anlamıyla bu algının olağan tahmîni ve indî rivâyetleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Ebâbil kelimesi hakkında İbn Kesir şunları kaydetmektedir: “Hammad İbn Seleme der ki: “Asım Zirr kanalıyla Abdullah ve Abdurrahman oğlu Ebu Seleme’den nakletti ki; o, sürülerle kuşlar “kavline” gruplar halinde anlamını vermiştir. İbn Abbas ve Dahhak’ta “Ebâbil” kelimesine birbiri peşi sıra gelen anlamını vermiştir. Hasan El- Basri ve Katâde “Ebâbil” kelimesine “çok” anlamını verir. Mücahid de bu kelimeye, birbiri arkasınca gelen dağınık ve toplu kuşlar, anlamını verir. İbn Zeyd bu kelimenin ayrı ayrı kimi buradan, kimi oradan gelen kuşlar olduğunu söyler.”[76]

 

Ancak çağdaş yorumcularımızda “Ebâbil/Sürüler” kelimesinin mahiyet değiştirdiğini gözlemlemekteyiz. Mevdûdî bir nevi bunun yolunu açmaktadır. “Burada “tayran ebâbile” kelimesi kullanılmıştır. Urduca’da “Ebâbil” kelimesi bir kuş için kullanılır. Onun için bizde genellikle Ebrehe’nin üzerine Ebâbil kuşları gönderildiği zannedilir. Oysa Arab’ça’da “Ebâbil”, çeşitli yönlerden gelen sürüler anlamındadır. Bunlar insanlar da hayvanlar da olabilir.[77]

 

Rahmetli Mevdûdî’nin, “…Arab’ça’da “Ebâbil”, çeşitli yönlerden gelen sürüler anlamındadır. Bunlar insanlar da hayvanlar da olabilir…” yorumu; Hindistan ulemasından Ferâhî ve onun fikirlerinin tamamlayıcısı İslâhî’nin, özellikle savundukları bir tez olan; Fil Ashab’ı ordusuna, Kureyş kabilesi mensuplarının, taşlarla karşılık vererek onları püskürttüğü fikrine de açık kapı bırakmak istediği anlaşılıyor.

 

Fil sûre’sini yorumlayan bilhassa çağdaş müfessirlerimiz ve araştırmacılarımızın lügat veya etimoloji aracılığı ile “Tayran” ve “Ebâbil” kelimelerini düşündükleri tezler doğrultusunda anlamlandırdıklarını gözlemlemekteyiz. Şimdi bunları görelim:

 

a-        Sinek/Mikrop:

 

Bir asır öncesi meşhur Mısır’lı müfessirlerimizden biri olan Muhammed Abduh (ö.1905), “tayran ebâbil” ifadesini değişik bir tez olarak, salgın hastalık mikrobu yayan sinek, sivrisinek olarak tefsir etmiştir. Abduh bu konuda şunları kaydetmiştir: “Bizlere, bu cüderi veya hasbe hastalığının ordudaki bireylerin üzerine Allah’ın bir rüzgârla gönderdiği “tayr” (uçan) büyük topluluklar vasıtasıyla düşen kuru taşlardan ortaya çıktığını bildirdiğini ifade eder. Akabinde ise bu kuşların sivrisinek ve sinek cinsinden canlıların, bu taşların ise bazı hastalıklara sebep olabilecek mikropların olabileceğini iddia ederek şöyle der: “…o halde bu kuşlar (tayr)ın, bazı hastalıkların mikroplarını taşıyan sivrisinek ve sinek cinsinden olduğuna ve bu taşların da rüzgârların taşıdığı, bu hayvanların ayaklarına takılan ve bir vücuda değdiğinde onun gözeneklerine giren kurumuş, zehirli bir çamur türü olduğuna inanman/kabul etmen mümkündür.”[78]

 

b-        Kureyş’liler veya Mekke halkı:

 

Yine yaklaşık bir asır öncesi müfessirlerimizden biri olan Hindistan ûlemasından “Ferâhî’ye göre sûre Hz. Peygamber’e değil, Fil Vakası’na şahit olmuş veya olayı birinci tanıklarından dinlemiş Kureyş’lilere hitap etmektedir. Ebrehe’nin ordusuna taş atan kuşlar değil, dağlara çekilerek düşman ordusuna mukâvemet gösteren, Kureyş kabilesinin başı çektiği Mekke ahâlisi ve Hac için Mekke’ye gelen diğer kabilelere mensup Arab’lardır. Fil ordusu kuşların attığı taşlar nedeniyle değil, Mekke halkının direnişi ve buna mukâbil ilâhî bir yardım olarak gökten inen, askerlerin üzerlerine taş/çakıl yağdıran bir fırtınayla helak edilmiştir.”[79]

 

c-        Lav Taşları:

 

Ebâbil” kelimesinin farklı bir anlamı olarak Prof. Dr Mikail Bayram’ın da ilginç bir tezi bulunmaktadır. “Fil sûre’sinde üzerinde durulması gereken ve bu sûre’yi sağlıklı bir şekilde anlamamıza vesile olan bir diğer kelime de Ebâbil kelimesidir. Birçok müfessirler bu kelimenin bir kuş çeşidine delalet ettiğini yazmışlardır. Bunlar genellikle muahhar müfessirlerdir. Halk da bu kelimeyi böyle anlamaktadır. Ancak bu kuşun şekli büyüklüğü ve özellikleri hakkında çok farklı şeyler anlatıla gelmiştir. Ancak tanınmış hemen bütün dilciler ve pek çok muteber müfessirler ve araştırıcılar bu kelimenin, (…) sürü, topluluk ve cemaat anlamına geldiğini yazmışlardır. Dinar kelimesinin çoğulu “Denanir” geldiği gibi bu kelimelerin çoğulu da “Ebâbil” gelir. Fakat dilciler bu kelimenin yalnız çoğul şeklinin kullanıldığını müfredinin kullanılmadığını da yazmaktalar. Burada önemle belirtilmesi gereken husus “Ebâbil” kelimesinin bir kuş çeşidini ifade ettiği şeklindeki anlayışın kat’iyyen doğru olmadığıdır. Sonraki asırlarda bu Kur’ân’i kelimeye böyle yanlış bir mana yüklendiği anlaşılmaktadır. (….) Fil Ashab’ı’nın başına atılan taşlar, öyle sanıldığı gibi Ebâbil kuşlarının attığı taşlar değil ve fakat Mekke’yi yıkmak üzere gelen ordunun birdenbire bir dağdan, bir volkan püskürmesiyle başlarına yağan taşlardır, lavlardır.”[80]

 

Yakın dönem Âlim’lerimizden bir diğeri olan Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’da, Bayram’ın görüşlerine katılmaktadır. “Cevheri siccîli, “cehennem ateşinde pişirilmiş taşlar” diye tanımlamıştır (es-Sıhah). Bu taşlar, gerçekten de cehennemi andıran yanardağın içinde pişirilip fırlatılan taşlardır.”[81]

 

d-        Harmanlama/Karma tez:

 

Çağdaş müelliflerimizden biri olan İhsan Eliaçık, “tayran ebâbil” olgusunun tarihsel süreç içerisindeki anlayış ve tezlerinden harmanlama veya karma diyebileceğimiz yeni bir tez geliştirmiştir. “Kırlangıç sürülerinin istilasına uğramışlardı. Muhtemelen bu kırlangıçlar Habeşistan’ın alt kısmında bulunan Madagastar adasındaki volkan püskürmesi sonucu sürüler halinde güneye doğru giden göçmen kuşlarıydı.” Nitekim “Bunlar deniz tarafından gelen siyah kuşlardı” (Râzî, Ata, İbni Abbas) rivâyeti de bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ayaklarında kızgın, volkanik Madagastar yüzeyinden taşıdıkları sert taşlarla Fil ordusuna üşüştüler Askerlerin üzerine volkanik partiküller kısa süre sonra salgın hastalığa yol açtı.ve Arabistan’da kızamık ve çiçek hastalığı görüldü.” (Vâkidi, İbn İshâk, İbn Hişâm, İbn Kesir) rivâyeti de bu bilgiyi doğrulamaktadır.”[82]

 

Mitolojik varlıklar haline dönüşen “Ebâbil kuşları”nın niteliğini, kırlangıç kuşları olarak tanımlayan günümüz tefsir[83] sahibi müellif, Kırlangıç’ların geldiği yönü de maharetle! somutlaştırarak bunun “Madagastar” adası göçmen kuşları olduğunu iddia etmektedir.

 

Her şeyden önce adanın adı “Madagastar” değil “Madagascar/Madagaskar” olduğunu belirterek düzeltelim. Bu adada volkanik bir patlama iddiasında bulunan müellif, buradaki patlamada oluşan yüksek sıcaklıktaki lav taşlarının binlerce kilometre uzaktan taşları soğumadan! bir yerleri yanmadan! Getirerek, Mekke yakınlarındaki Fil ordusuna attıklarını savunmaktadır. Bununla yetinmeyen sayın müellif atılan lav taşlarından oluşan Fil ordusundaki askerlerin yaralarından enfekte olarak salgın hastalıklar çıktığını, geleneksel kaynaklardaki rivâyetlerden harmanlama modern bir tez olarak sunmaktadır. 

 

Kur’ân’da “mucize” olgusunu reddeden müellif İhsan Eliaçık, geleneksel kaynaklardaki rivâyetleri kendince somutlaştırmaya çalışarak, Fil Ashab’ı kıssasındaki olayı mucizelikten çıkarmaktadır. Sayın müellif iddialarını somutlaştırırken gaybi konularda neredeyse “kesin” iddialar sunmaktadır. Kuşların kırlangıç olduğu, Madagaskar adasından geldikleri, orada volkanik patlama olduğu, salgın hastalık ve çeşidini, tamamen gaybi konulardan, alternatif muhayyile ürünü, tahmîni ve indî bir tez geliştirdiğini vurgulayalım.

 

Bu arada müellifimiz, fehmetmelidir ki, anlattığı muhayyile ürünü volkanik taşları taa Madagaskar adası gibi binlerce kilometre uzaktan getirip, Mekke’de, gayelerini bilmedikleri Fil ordusu üzerine atma eyleminin de başlı başına bir mucize olgusu olduğunu kabul etmek gerekir. Bu Kırlangıç kuşları, anormal, olağanüstü ve karmaşık işlemleri kendi “akıllarınca” mı yaptılar?

 

 

Atılan Siccîl/Taşlar’ın Mahiyeti:

 

 

Fil Ashab’ı kıssası dördüncü âyet’inde Allah; “Termîhim bihicaretin min siccîl/ Onların üzerlerine pişkin çamurdan taşlar atıyorlardı.” Derken; iki olgulu ve keyfiyeti muhataplarca tam anlamıyla bilinemeyen bir fiili anlatmaktadır.  Bunlardan birincisi; “Termî/Atma” fiilinin, nasıl ve kimler tarafından atıldığı, ikincisi; “bihicaretin min siccîl/pişkin/pişmiş taşlar” olarak tavsif edilen bu taşların, nereden getirildiği ve yapısal niteliği nasıl taş olduklarıdır. Bu olguyu tarihsel süreçteki algı veya anlamlandırılmalarını iki kısma ayırarak anlatmaya çalışacağız.

 

a-        Termî/Atma:

 

İslâm kaynaklarındaki geleneksel kabul, “termi” fiilinin failleri, Ebâbil adı verilen ve mahiyeti tam izah edilemeyen kuşlara ait olduğudur. “İkrime dedi ki: Bu kuşlar onlara beraberlerinde bulunan taşları atıyordu.”[84] “Allah onların üzerine, gagalarıyla taşlaşmış çamurdan taş taşıyan ve Habeş’lilerin üzerine taş atmaya başlayan topluluklar halinde birçok kuşu Mûsallat etti.”[85]

 

Tarihsel süreçte çok uzun dönem “termi” fiilinin failleri “ebâbil kuşu sürüleri” olarak algılanıp rivâyet edilmişse de yakın dönemlere yaklaşıldığında “termî” fiili failleri üzerinde polemiklerin yoğunlaştığı gözlemlenmektedir. Ferahî’nin ilginç tezi şöyledir: “Buradaki fâil genel kanaatin aksine kuşlar değil Ebrehe ordusuna karşı direnen Kureyş’lilerin de içinde bulunduğu farklı kabilelere mensup Arab’lardır. Bu yorumun sûre’de hitabın Kureyş’e yöneltildiğinin ifade edilmesi ve sûre için belirlenen ana konuyla mutabık olduğu açıktır. Üçüncü âyet’te gönderildiği ifade edilen kuşlar ise taş atmak için değil Fil ordusundan geriye kalan cesetleri yemek için gönderilmiştir. Böylece Allah’ın rahmeti ve inayetiyle Mekke ve çevresi pisliklerden arınmış oluyordu.”[86]

 

Sayın Mikail Bayram; “Termî” fiilinin, kuşların Fil Ashab’ı ordusuna taş atmalarını yansıtmadığını, bilâkis patlayan volkan taşları ile cesetleri yerlere yayılan ordunun askerlerinin leşlerinin, kuşlar tarafından lav taşlarının üzerine atıldığı gibi tersinden bir iddiada bulunmaktadır. “Şimdi şöyle bir manzarayı göz önüne getirelim. Volkanik bir patlama sonucu üzerlerine lav (Siccîl) yağmış binlerce ceset ortada bulunuyor. Bu cesetlerin bulunduğu yere kuşlar üşüşecektir. Bunlar leş yiyen kuşlar olmalıdır. Bu kuşlar cesetleri didik edip, parçalayıp lavların üzerine saçacak ve bu cesetler yenilmiş ekin gibi dağıtılmış olacaktır.”[87]

 

Mikail Bayram’ın tezinden etkilendiği anlaşılan Abdülaziz Bayındır; “termîhim” ifadesini yanardağ’dan fışkıran “bulutlara/Ebâbil” atfetmektedir. “Onlara pişmiş çamurdan taşlar atan bulutları.”[88]

 

Ferâhi ve Mikail Bayram’ın; kuşların Ashab’ı Fil ordusu askerlerinin leşlerini yedikleri tezleri; Tevrât ve İncîl’de yer alan savaş hadiselerinin, Fil Ashab’ı olayına modifiyesi gibi gözükmektedir. Tevrât ve İncîl’de anlatılan savaş sahnelerinde öldürülen askerlerin cesetlerinin kuşlar tarafından yenildiği anlatımlarına yer verilmektedir.

“Cesetleri gündüzün gökteki kuşlardan, geceleyin yabanıl hayvanlardan korudu.”[89]

“(Golyat/Calût) Bana gelsene! Bedenini gökteki kuşlara ve kırdaki hayvanlara yem edeceğim!” dedi. Bugün Rab seni elime teslim edecek. Seni vurup başını gövdenden ayıracağım. (….) (Dâvud) Bugün Filistli askerlerin leşlerini gökteki kuşlarla yerdeki hayvanlara yem edeceğim. Böylece bütün dünya İsrâil’de Tanrı’nın var olduğunu anlayacak.”[90]

“Bundan sonra güneşte duran bir Melek gördüm. Göğün ortasında uçan bütün kuşlara yüksek sesle bağırıp dedi ki, “Kralların, komutanların ve güçlü adamların etini, atların ve binicilerinin etini, özgür, köle, küçük büyük, hepsinin etini yemek için toplanıp Tanrı’nın büyük şölenine gelin!”[91]

 

b-        Siccîl’den Taşlar:

 

Geleneksel Âlimler; “…bî hicâretin min siccîl…/…pişkin çamurdan yapılmış taşlar…”ı, ateşte pişmiş özellikte olan, belirli kişilere atılacak derecede şahıslara özel atımla kayıtlı, muhtemelen Cehennem’den kaynaklı olağanüstü bir taş olarak vasfetmektedirler. “Her taşın üzerinde: “Allah’a itaat eden kurtulur, O’na isyan eden helak olmuş olur” diye yazdığı da söylenmiştir.”[92]

İmam Râzî, kuşlarca atılan “…bî hicâretin min siccîl…” hakkında şunları kaydeder; “Âlimler “Siccîl”in ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) Siccîl, sanki de kafirlerin azabının kaydedildiği divanlarının (amel defterlerinin) bir ismidir.

2) İbn Abbas “Siccîl’in manasının, “bir kısmı taş bir kısmı çamur” manasında olmak üzere, Farsça “Senk” (taş) ve “Kil” olduğunu söylemiştir.

3) Ebû Ubeyde şöyle der: “Siccîl, şedîd (kuvvetli) manasınadır.

4) Siccîl, dünya semasının adıdır.

5) Siccîl, cehennemden bir taştır. Çünkü Siccîn, cehennemin isimlerinden biridir. Binâenaleyh “nûn”, lâm’a çevrilmiştir.”[93]

 

İmam Kurtûbi ise “…bî hicâretin min siccîl…”i hemen hemen aynı minvalde yorumlamaktadır. “Es-Sıhah’da şöyle denilmekledir: “Ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar”ı: Cehennem ateşinde pişirilmiş, üzerinde sahiplerinin isimleri yazılı bulunan çamurdan taşlar, diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah: “Üzerlerine işaretlenmiş olan çamurdan taşlar atalım diye” (ez-Zariyat, 33/34) diye buyurmuştur. Abdurrahman b. Ebzâ dedi kî: “Pişirilmiş çamurdan” semadan demektir. Bu taşlar, Lût kavmi üzerine yağdırılmış taşlardır. Cehennem’den oldukları da söylenmiştir. (...) Ez-Zeccac şöyle demiştir: “Pişmiş çamurdan” kendisi ile azablandırılmaları üzerlerine yazılmış olan (çamur)’dan demektir.”[94]

 

Fil kıssası, dördüncü âyet’indeki; “…bî hicâretin min siccîl…/…pişkin çamurdan yapılmış taşlar…” ifadesinin, geleneksel tefsirlerdeki ve tarih kitaplarındaki aktarımını özetleyen bu yorumlara mukabil çağdaş dönem müfessirleri farklı ve bir o kadar da ilginç yorumlara da yer vermişlerdir.

 

Ebâbil” kelimesini “insan sürüleri/topluluğu” olarak yorumlayan Ferahî ve İslahî açısından ise “…hicâretin min siccîl…; “Kureyş ahali”sinin, Fil Ashab’ı ordusunu, Mina bölgesinde üç ayrı kez taşladıkları seklinde algıya dönüştürülmüştür. “Allah, Fil ordusunu; Mekke yakınlarındaki Muhassir bölgesinde hareket edemez hale getirmiş, Kâ’be’yi savunan Arab’lara Mina’daki taşları –düşman askerlerinin üzerine atılmaları hasebiyle- silah kılmış, ordusunun üzerine taş, çakıl yüklü fırtına göndererek Ebrehe’nin tuzağını boşa çıkarmıştır.”[95]

 

Ferâhî’nin; “tayran ebâbil/uçan nesneler/kuşlar” ve “termîhim bihicaretin min siccîl/balçıktan pişmiş taşlar atıyorlardı” âyet’lerinin tefsirine dair meali şöyledir:

“Sizler (Mekke ve Kâbe’yi savunmak için) onlara taşlar atıyordunuz.

Böylece Allah onları yenilmiş ekinler haline getirmişti.

Hani o, cesetlerini yemeleri için (böylece Mekke’yi pislikten temizlemek için) onların üzerine kuş sürüsü göndermişti.”

Kur’ân’da örneğin gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişi, rüzgâr ve bulutların sürülmesi, güneş ve ayın belirli ölçüde hareket etmesi gibi ayetler de sıkça zikredilir. Tüm bunlar da olağan şekilde, belirlenen kanunlar çerçevesinde vuku bulur. Kur’ân bu olgulardan nasıl bahsettiyse, Fil ordusunun helakı, onların kuş sürüsüne yem edilmesinden de aynı şekilde söz etmiştir. Bunda çok açık bir âyet vardır. Zira Allah böylece, düşmanlarının üzerine toprak ve çakıl yağdırarak Kâbe’yi ve Mekke halkını korumuş, cesetleri yiyen kuşlar göndererek bölgeyi pislikten temizlemiştir” değerlendirmesinde bulunur. (…) Ferâhî’nin Hac’da şeytan taşlama (ramyu’l-cimâr) olarak bilinen uygulamayı Fil ordusunun helak edildiği hadiseye dayandırması oldukça ilgi çekicidir. Buna göre Hac’da taşlama uygulaması, Fil ordusuna karşı verilen mücadele ve Allah’ın düşman orduları karşısında Mekke halkını güvende kılmasını anmak gibi bir gayeye matuftur ve Hac ibadetine Fil Vakası’ndan sonra eklenmiştir. Bu uygulama, Ebrehe ordusunun helakına neden olan taşlamanın sembolik temsilinden ibarettir ve mevcut uygulamadaki şeytanı taşlamaya nispetle Allah’ın kudretini hatırlatan, Hacı’larda cihad ruhunu diri tutan bir işlevselliğe sahiptir.”[96]

 

 “Tayr”ın sinek ve sivrisinek türü canlılar olduğu iddiasında olan M. Abduh, “Hicaretin min siccîl”in; “Bu uçan varlıkların hastalıklı bakterileri taşıyan sivrisinek veya sinek cinsinden varlıkların olabileceğine değinmiş, bu taşların, rüzgârların taşıdığı ve bu uçan varlıkların ayaklarına yapışan zehirli, kurumuş çamurların olabileceğini, kişinin vücuduna değdiği anda gözeneklerinin altına girdiğini ve neticede yaraların oluşup vücudunun bozulmasına ve etlerinin dökülmesine sebep olabileceğini ifade etmiştir[97]

 

Hicâretin min siccîl” konusunda Prof. Dr. Mikail Bayram çok farklı bir yorumda bulunmaktadır. M. Bayram’ın ilginç tezinin açılımı şöyledir: “Siccîl” kelimesi Fil sûre’sinden başka Kur’ân-ı Kerîm’ de iki yerde daha geçmektedir. Cenâb-ı Allah, Lût kavmini helak ettiğini anlatırken şöyle buyuruyor: “Emrimiz gelince yerin altını üstüne getirdik ve üzerine sert pişmiş taş (Siccîl) yağdırdık.” (11Hud82) Bir başka yerde gene aynı olaydan yani Lût kavmi’nin helak edilişinden bahsederken şöyle buyurmuştur: “Böylece ülkelerinin altını üstüne getirdik, üzerlerine pişmiş taş yağdırdık.” (15Hicr74) Bu iki âyet’te tasvir edilen olayda yerin altının üstüne getirilmesi, yerin altında bulunan lavların yeryüzüne püskürmesi demektir. Her iki âyet’te de yerin altının üstüne getirildiği ve Lût kavmi’nin üstüne “Siccîl’ yağdırıldığı bildirilmektedir. O halde lav (Burkan) demektir. Sanıyorum bunda şüpheye mahal yoktur. Bu ayette “Siccîl’’ kelimesi “lav” anlamında kullanılmış ise, Fil sûre’sinde de “lav” anlamında kullanılmış olmalı ve böyle değerlendirilmelidir. (…) Vakıa binlerce metre yüksekten düşen lavlar (Siccîl), Habeşli askerlere isabet ettiği zaman kurşun gibi vücutlarına saplanıyor olmalıdır. Bu doğru ve gerçek bilgi sonraki nesillere ve tefsir kitaplarına “kuşların attıkları taşlar, Habeşli askerlerin kafatasına isabet ediyor ve dübürlerinden çıkıyordu.” Şeklinde irade edilmiş olduğunu düşünüyorum.”[98]

 

Geleneksel kaynaklardaki, “…hicâretin min siccîl…” algısındaki mitolojik; Cehennem’den gelen taşlar olduğu, üzerinde her atılacak kişinin adlarının yazılı olduğu gibi gaybi, zanni ve muhayyile ürünü yorumları elediğimizde kalan bakiye anlayışla yetinmenin en doğru algı olacağı kanaatindeyiz.

 

Çağdaş müelliflerimizin, “…hicâretin min siccîl…” hakkındaki iyi niyetle olduğunu varsaydığımız, bu alternatif düşüncelerinin de geleneksel kaynaklarımızın geçmişte yaptıkları anlama gayretinin benzer faaliyetleri olarak gaybi birer fantezi muhayyile ürünü yorumlar olduğunu değerlendiriyoruz. Meselâ; “Mikail Bayram’ın ileri sürdüğü bu görüş, Kuran’daki kelimelerden ve bazı tarihi olaylardan hareketle olayı izaha ağırlık vermektedir. Siccil gibi kelimelerden hareketle burada volkanik bir patlamanın olduğu ve ordunun helak edildiği sonucuna ulaşmaktadır. Ancak bu görüş, olayı anlatan hiçbir kaynağa dayanmadığı gibi çok da afâki kalmaktadır. Sonraki dönemlerde volkanik olayların olmasından hareketle olabileceği ileri sürülen böyle bir varsayım, dayanaktan yoksun görünmektedir. Volkanik olayların gerçekleştiği bölgelerdeki patlamanın ardından meydana gelen durumları gösteren bir ifadenin, Fil Olayı ile ilgili tarihi anlatımlarda bulunan kaynaklarda geçmemesi de bunun göstergelerindendir. Bu bölgede yapılacak bir kazı çalışması, konunun daha detaylı anlaşılmasına sebep olabilecektir.”[99]

 

 

Fil Ashab’ı ordususunun “Asf”ı telefi:

 

 

Beşinci âyet’te Cenâb-ı Hakk; “Fecealehum keasfin me’kul / Böylece onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” Beyanıyla, geleneksel tefsir ve tarih anlayışına göre; Fil Ashab’ı ordusunun, Ebâbil kuş sürülerinin, pişmiş taşlarla yaptığı saldırı ile tarumar olarak dağıldığını ve telef olduklarını bildirmektedir.

 

Râzî, Fil kıssası beşinci âyet’inde geçen “asf” kelimesi hakkında şunları kaydeder: “Âlimler burada da şu izahları yapmışlardır:

a) Bu, tarlada, hasad sonrasında katan rüzgârın kırıp geçirdiği, hayvanların yediği ekin yaprağıdır.

b) Ebü Müslim, “asf”, samandır. Çünkü Hak Teâlâ, “zu’l-asfı ve’r-reyhân” (samanlı ve kokulu...)” (Rahman,12) buyurmuştur. Zira “asf”, rüzgârın toz halinde savurduğu ve taneden ayırdığı şeydir. Bu şey, yenildiği zaman iyice ufalanır, hiçbir mukavemeti kalmaz” demiştir.

c) Ferrâ, “asf, başak oluşmazdan önce, ekinin, sapını saran yapraklardır” der.

d) Asf, içi yenilen, kabuğu kalan tane demektir.”[100]

 

                Kurtûbî; “Yâni yüce Allah, Fil Sahib’lerini hayvanların yiyip, aşağıdan attıkları (dışkıladıkları) vakit ortaya çıkan ekin yaprakları gibi yaptı. Onların eklemlerinin birbirinden kopmasını, bu yaprakların parçalanıp darmadağın olmasına benzetmektedir.”[101] Demektedir.

 

                Geleneksel Âlim’lerimizin görüşü bu minvalde; Fil ordusunun atılan taşlar ile epey bir hasar aldığı bu hasarın genelde insan vücudunu delip geçme, bir kısmını koparma, dağıtma, yara delikleri açma benzeri kabullerdir.

 

Kuşların veya havada uçan taşların, Ebrehe ordusu askerlerini telef ettiği kabulü harici, bu taş saldırısı sonucu olarak ayrıca daha sonra alınan yaralardan enfekte oluşan salgın bir hastalık telefi anlayışı da bulunmaktadır. “O taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde, orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple, Çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu, Said İbn Cübeyr’in görüşüdür. Bu taşların en küçüğü, mercimek; en büyüğü ise, nohut kadardır.”[102]

 

Ferahî’nin tezine göre Fil Ashab’ı askerlerinin “asf”ı, Kureyş veya Mekke halkının attığı taşların ve Allah’ın gökten verdiği taş yağdıran bir fırtınanın verdiği zayiatla çoğunluğunun telef olması, daha sonrasında geleneksel rivâyetlerde olduğu gibi ordunun aldığı yaraların enfektesine binâen salgın hastalık çıkması, nihayetinde kuşların gelip cesetleri yemeleriyle  ortalığı temizlemeleri şeklinde aşamalı toptan helak olarak yansıtılır: “Fil ordusu kuşların attığı taşlar nedeniyle değil, Mekke halkının direnişi ve buna mukâbil ilâhî bir yardım olarak gökten inen, askerlerin üzerlerine taş/çakıl yağdıran bir fırtınayla helak edilmiştir. Kuşlar ise taş atmak için değil, fil ordusundan geriye kalan insan ve hayvan cesetlerini yiyerek Mekke ve çevresini pisliklerden temizlemek için gönderilmiştir. (….) Müellife göre Fil Vakası’nda da kuşlar tıpkı Hz. Mûsa döneminde gönderilen çekirgeler gibi denizin bulunduğu yönden gelmiştir. Sayıları oldukça fazlaydı ve bölgede daha önce benzeri bir olaya rastlanmamıştı. Çekirgeler nasıl don ve doludan kalan hemen her şeyi yediyse, bu kıssadaki kuşlar da -helak edilen- inkarcılardan geriye kalan cesetleri yemiştir. (….) Sonrasında fil ordusunda, isabet eden taşlar sonucu İkrime vb. nispet edilen rivayetlerde bahsi geçen “Çiçek” salgını ve “Lekeli Humma” (epidemik Tifüs) görüldüğünden bahseden rivâyetlere değinen müellif, Hz. Mûsa döneminde Mısır’lıların maruz kaldığı durumun helak edici seviyede olmayan bir cilt iltihabı olduğuna dikkati çeker. Ancak Fil ordusuna bulaşan Çiçek hastalığı, bulaştığı yerde pek çoğunun sonu olmuş, orada ölmeyenler de dönüş yolunda helak olmuştur.”[103]

 

Mikail Bayram, “Asf”ı daha “fantezi” bir tezle izah etmeye çalışmaktadır; “Volkanik bir patlama sonucu üzerlerine lav (Siccîl) yağmış binlerce ceset ortada bulunuyor. Bu cesetlerin bulunduğu yere kuşlar üşüşecektir. Bunlar leş yiyen olmalıdır. Bu kuşlar cesetleri didik edip, parçalayıp lavların üzerine saçacak ve bu cesetler yenilmiş ekin gibi dağıtılmış olacaktır. (….) Sürüler halindeki kuşlar Fil Ashab’ı’na “Siccîl”den taşlar atmış iseler bu takdirde Ebrehe’nin askerleri yenmiş ekin gibi olmaz yani Habeşli askerlerin cesetleri parçalanmış etrafa saçılmış olmaz. Çünkü ayet onların yenmiş ekin haline getirildiklerini bildirmektedir. Hatta bu ayetteki “yenmiş” kelimesi Fil Ashab’ı’nın cesetlerinin yendiğini ifade etmektedir. Demek ki onların üzerine gönderilen kuşlar cesetlerini yemiş, parçalayıp lav küllerinin üzerine saçmışlardır. Bu durum da beni doğrulamaktadır.”[104]

 

“Mikâil Bayram hem Tebrîzî hem de Zemahşerî’deki ifadeleri ya anlayamamış ya da metni maalesef kendi görmek istediği gibi okumuştur. Tebrizî ve Zemahşerî’deki metin, Bayram’ın ileri sürdüğü gibi Fil ordusunun yakılmasından değil, Arab’ların Yemen’deki kiliseyi haccetmelerini amaçlayan Habeş planlarının evvela Kulleys kilisesinin yakılmasıyla, ardından da Muğammis’te üzerlerine kuş sürülerinin gönderilmesiyle boşa çıkarıldığından söz etmektedir. Benzer şekilde Mikâil Bayram, “Bu taşlar, onların başına düşüyor ve onları yakıyor ve beyinlerine giriyordu. Fil ve hayvanları yakıyordu. Düşen bu taşlar öyle şiddetle yere çarpıyordu ki yere gömülüp kayboluyordu” şeklinde, Kurtubî’nin Ebû Saîd el-Hudrî’den naklettiğini ileri sürdüğü bu haberin, gerçeğin bir ifadesi ve gerçek yüzüyle olayı tespit ettiğini ileri sürmüştür. Ne var ki Mikâil Bayram’ın Kurtubî’ye dayandırdığı bu rivayette ileri sürdüğü gibi Ebû Saîd’e dayanmadığı gibi, metinde geçen “delmek” fiili de ya sehven ya da kendi görüşünü desteklemek için kasten “yakmak” olarak tercüme edilmiştir.”[105]

 

Sayın Bayram’ın, volkanik patlama tezinden ilham aldığı anlaşılan A. Bayındır ise “Asf” olayında, M. Bayram’dan ayrılarak; Asf’ın kızgın lav taşlarının, Fil Ashab’ı ordusu askerlerinin iç organlar bölümünü yakıp boşaltarak, dışlarını da taşlaştırdığı gibi farklı bir iddiayı gündeme getirmektedir. “(asf) dane üzerindeki kabuğa denir (Mekâyîs’il-Luğa). Allah, Ashab-ı Fil’i, danesi yenmiş kabuk gibi içi boş yaptı (Lisan’ul-Arab). Demek ki lavlar, cesetlerin içini yakmış, dışını taşlaştırmıştır. Bu âyet’e göre Fil olayının geçtiği “Vâdi’nâr”da kazı yapılsa, ölen askerlerin ve fillerin cesetleri, donmuş ve içleri boş bir halde bulunabilir. Bu vadi, Müzdelife ile Mina arasındadır. Vadinin iki tarafındaki dağları gözlemleyen herkes, yanardağ patlamasının izlerini[106] açıkça görebilir.”[107]

 

Muhammed Abduh ise sinek ve sivrisineklerin taşıdığı mikropların sebebiyet verdiği salgın hastalık sonucu Fil Ashab’ı ordusunun helak olduğunu iddia etmektedir. “Abduh’un bu te’viline şiddetle cevap veren Muhammed Hamdi Yazır, Abduh’un, derin ilmine rağmen burada rivâyetleri saptırdığını, âyet’leri de anlamları dışarısına çıkardığını söylemektedir. (…) Yazır, bu itirazında haklı olabilir. Çünkü Kur’ân’ı Kerîm bu vak’ayı, Kâbe’nin, Allah katındaki değerini göstermek için mu’cize olarak anlatmaktadır.”[108]

 

Muhammed Abduh’un, mezkûr görüşleri hakkında ilginç bir tespitte; kuşların değil Muhassir/muğammes vadisi yakınlarında patlayan volkandan gelen taşların Fil Ashab’ı ordusunu telef ettiği ve sonradan gelen kuşların ise ölen askerlerin leşlerini, lavlar üzerine saçtığı iddiasında olan Mikail Bayram’dan gelmektedir. “Muhammed Abduh ve başkaları Fil olayı’nın oluş şeklini meydana geliş tarzını modernize etmeye çalışmışlardır. Sanıyorum klasik tarihçi ve müfessirlerin bu olayın oluş şekli hakkında çok gayr-ı tabii, ütopik, tutarsız ve çelişkili şeyler anlatmış olmalarından ve dolayısıyla inandırıcı olamadıklarından, son devir araştırıcı ve müfessirleri bu olayı modernize etme gayretine girmişlerdir. (…) Muhammed Abduh’un Fil sûre’sindeki “tayran Ebâbil” (sürüler halindeki kuşlar) tabirini sinek ve sivrisinek olarak yorumlaması doğru değildir. Çünkü Kur’ân’ı Kerîm’in terminolojik yapısısının “Tayr” tabirini sinek ve sivrisinek olarak anlamaya imkân vermediği kanaatindeyim.”[109]

 

Hemen belirtelim ki, Sayın Mikail Bayram’ın bu tespitleri ne kadar doğruluk barındırıyor ise kendisinin de Fil Ashab’ı kıssası yorumu, aynen diğer çağdaş müfessir ve müelliflerinki gibi benzer bir modernize girişimi olarak nitelendirilmesi, doğruluk taşıyan hakkaniyetli bir tespit veya değerlendirme olacaktır kanaatindeyiz.

 

Görüldüğü üzere ilk dönem âlimlerimizle başlayan Ebâbil kuşlarının taşlı saldırıları anlayışı; tarihsel süreç içerisinde son dönem Âlim’lerinin tecrübî ilimlerin verdiği bilgi birikimlerinden oluşan sentez düşüncelerin verdiği  muhalif tezlerle; Kureyş veya Mekke’lilerin, Fil Ashab’ını taşlaması, sivrisinek veya sinek cinsi varlıkların mikrop taşıyarak Fil Ashab’ını salgın hastalığa düçar kılarak telef etmesi, Mekke yakınlarında patlayan yanardağdan çıkan volkanik lav taşlarınının Fil ordusu üzerine yağması sonucu toptan helak olmaları şeklinde yorumlanmıştır.

 

 

Fil Ashab’ı Ordusunun Yenilgisinin Sonuçları:

 

 

                Mekke yakınlarındaki Muhassir vadisinde, sürülerle saldıran kuşların, taşlı saldırıları sonucu darmadağın olup çok yoğun zayiat veren Ebrehe ve ordusu, peyderpey salgın hastalıklarında eklenmesiyle kalan bakiyenin de çok kısa bir süreç içerisinde telef olmaları ile Kâbe ve Mekke halkı saldırıdan kurtulurlar. Ancak bu zafer, müşrik Kureyş kabilesi ve onunla iyi geçinen diğer müşrik bazı kabilelerin zaferi haline devşirilip, yeni bir böbürlenme aracı haline dönüştürüldüğünü gözlemlemekteyiz. “Ebrehe’nin bu teşebbüsünün başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Arab’lar, Kâbe’ye ve Hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başladıkları gibi “Ehlullah, Cîrânullah” kabul edilen Kureyş’in de itibarı artmıştı. Bu sebeple Kureyş’liler; Kinane, Huzaa ve Beni Amir b. Sa’saa gibi kabilelerle birlikte Hz. İsmâil’in soyundan geldikleri, Mekke’de oturdukları ve Kâbe’nin hizmetinde bulundukları için kendilerine birtakım dini-iktisadi imtiyazlar (h u m s)[110] tanıyıp kurallar koydular.”[111]

 

“Daha ziyade dini içerikte olduğu görünen Humus kavramı ile Mekke’liler, özellikle Hac vasıtasıyla maddi ve manevi menfaatler elde etmeye çalıştılar. İnsanları humus’lu veya humus’lu olmayan diye iki sınıfa ayırdılar. Humus’lu olmayanları ikinci sınıf muamelesine tabi tuttular. Bu durum İslâm’ın bölgede söz sahibi olmasına kadar devam etti. Humus’u oluşturanlar, dini gerekçelerle bunu yaptıklarını söyledilerse de aslında onların maksadı, siyasi ve ekonomik idi.”[112]

 

                Kureyş ve yandaşlarının koydukları sosyal, iktisadi ve dini Hums kuralları aynı zamanda cahiliyye dönemi Hac ibadetinin kuralları haline getirilmiştir. “Hums mensupları diğer Arab’lar’ın kendileriyle bir olamayacağını iddia ediyorlardı. Bu sebeple başka kabileler Arafat’a ve Mina vadisine gittikleri halde onlar gitmezler, güneş ufka yaklaşıncaya kadar Nemire’de kalıp sonra Müzdelife’ye akın ederlerdi; çünkü Arafat ve Mina harem sınırları dışındaydı. Arefe günü Arafat’ta vakfe yapan Hille mensupları Temim, Mazin, Humeys ve bazı küçük kabilelerden oluşan bir gruptu. Bunlar Kâbe’yi ziyaret edecekleri zaman yanlarında yiyecek getiremezler, sadece Hums’lardan aldıklarını yerlerdi. Babüsselam’dan içeri girdiklerinde üzerlerindeki her şeyi çıkarıp çıplak kalırlar, elbiselerinden soyunmakla günahlarından arındıklarına inanırlardı. Böylece yine Mekke’den sağladıkları veya üzerlerindekinin dışında sırf Kâbe’yi ziyaret sırasında kullanmak amacıyla beraberlerinde getirdikleri daha önce giyilmemiş başka bir elbiseyi giyer ve tavaf’ı bitirdikten sonra da mübârek mahalde kalması gerektiğine inandıkları için çıkarıp oraya bırakırlardı; “leka” denilen bu elbise kimse tarafından alınmaz, çürümeye terkedilirdi. Elbise bulamayanlar ise kadınlar da dâhil tavaf’ı çıplak yaparlar, bundan çekinenler ise gece tavafını tercih ederlerdi. Hille’ler de Hums’lar gibi yalnız deri çadırlarda kalırlar veya evlerine kapı yerine gökle kendi aralarına bir perde edinmek istemedikleri için çatıdaki bir delikten girerlerdi. Her iki grup da haram aylara hürmet gösterirdi. (...)  Hums ile ilgili adetlere büyük bağlılık gösteren Kureyş’liler, kendi kabilelerine mensup olan Resûl-i Ekrem’in Arafat'ta vakfe yapmasını hayretle karşılamışlardı (Buhâri, “Hac”, 91).[113]

 

                Bütün bu Fil vakıası sonunda oluşturulan cahiliyye dönemi bilhassa Hac ibadeti ile alakalı şirkî kurallar ve adetler, Kur’ân’ın nazil olması ile birlikte Cenâb-ı Hakk tarafından ya tamamen kaldırılarak veya revize edilerek tevhîdi yapıya kavuşturulmuştur.

 

               

“Asf” toptan helak mıdır:

 

 

                Kadim tefsir ve tarih kitaplarında yer almayan önemli bir husus günümüz bazı İslâm müellif ve araştırıcılarının gündemine girmiştir. Bu husus; Fil Ashab’ı ordusunun toptan helak olup olmadıkları hususudur. Nitekim Kurtûbi’nin; “Bu taşların, hepsine isabet etmediği, aralarından Allah’ın dilediği kimselere isabet ettiği de rivayet edilmektedir. Hükümdarlarının (Ebrehe’nin) beraberinde az miktardaki şahıs ile birlikte geri döndüklerine, gördüklerini haber verdiklerinde helak olduklarına dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.”[114]    tefsiri, Fil Ashab’ı ordusunun Mekke yakınlarındaki Mugammes vadisinde saldırıya uğradıklarında, orada toptan helak olmadıkları, savaşamadan dağıldıkları ve süreç içinde peyderpey helak oldukları anlatımı gibidir.   

 

                “Bu anlamda meseleyi anlama çabasına giren bir kısım müfessir’lerse, meydana gelen olayın toptan bir helak olmadığını belirtip Ebrehe ordusunun salgın bir hastalıkla kırılıp yok olduğundan bahsederler ve delil olarak da İslam tarihlerinde o sene ilk defa Mekke’de görülen Çiçek hastalığı ve Lekeli Humma gibi salgın hastalıklardan bahseden rivayetleri ve bu rivayetleri destekleyen, tabiin’den İkrime gibi bazı bilginlerin: “kime bir taş isabet ettiyse onu Çiçek hastası yaptı. Bu ortaya çıkan ilk Çiçek hastalığıdır.” şeklindeki sözlerini aktarırlar. Bunun sonucu olarak Fil Ordusu’nun salgın bir Tifüs gibi hastalıkla yok olduğunu belirtirler.”[115]                                                                                                               

 

Nitekim peyderpey helak hususuna bir asır öncesi dikkat çeken bir müfessir de Ferâhî’dir. “Filler ve askerlerin kuşların taş atması sonucu öldüğünü kabul edenlerin, aynı zamanda Ebrehe ve ordusunun taşların açtığı yaralar sonucunda bulundukları mekânda helak edildiklerini varsayması gerekir” diyen müellif, ancak rivâyetlerde taşların isabet etmesi sonucu askerlerin vücutlarında Çiçek ve Lekeli Humma nev’inden bir hastalığın ortaya çıktığı, hepsinin bir anda değil kaçabilenlerin dönüş yolunda teker teker helak olduğunun aktarıldığını hatırlatır.”[116]

Alternatif ve marjinal bir görüş olarak, günümüz ilahiyat’çılarından Prof. Dr. Mehmet Azimli; “Rivâyetlerin genelinden, Ebrehe’nin Mekke’de hastalandığı ve bu hastalıktan dolayı Yemen’de öldüğü anlaşılmaktadır. (….) Ayrıca bu ordudan arta kalan bazı askerlerin İslâm geldiği dönemde Mekke’de yaşıyor olması da bu ordunun toplu bir helakle karşılaşmadığı, ancak orduda yayılan bir hastalıkla bir kısmının orada öldüğü, bir kısmının Yemen’e döndüğü, bir kısmının da Mekkelilere sığındığı şeklindeki bir anlayışın doğruluğunu destekler niteliktedir. Hz. Aişe’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ben, filin komutanını ve bakıcısını, körkötürüm olmuş, dilenir oldukları bir vaziyette Mekke’de gördüm... (…) Bu olay genelde Allah’ın Kâbe’yi korumak için Ebrehe ve ordusuna verdiği ceza olarak algılanmıştır. Tarihçi ve tefsircilerimiz olayı anlatırlarken helak sebebi olarak Kâbe’nin korunması ve Allah’ın buna izin vermeyeceği şeklinde sebepler bildirirler. Bu anlatım tarzı da genelde çok kabul gören neredeyse istisnası bile olmadığını söyleyebileceğimiz bir görüş tarzıdır.”[117] Derken İslâm tarih ve tefsir kaynaklarındaki toptan helak anlayışını eleştirmektedir.

 

Azimli; “Özellikle iki, üç, dördüncü örnekte verdiğimiz ordular ise Kâbe’yi bizzat yakıp yıkmış, dördüncüsü ayrıca Allah’a meydan okumuş, ancak helak olmamışlardır. Eğer mesele Kâbe’yi korumak ise, aynı sebepler daha ileri seviyede gerçekleşmiş ve en azından aynı cezanın bunlara da gelmesi gerekmektedir. Eğer Allah, Kâbe’nin yıkılmasını önlemek için böyle ilahî müdahalede bulunuyorsa, başka dönemlerde de müdahale etmesi gerekmez miydi? Bir dönem yıkılmasına izin vermezken, başka dönemler neden izin vermiştir? Niye Yezit’in ordusuna, Haccac’a ve Karmatilere karşı ilahî bir müdahale gelmemiştir? Sünnetullahın icrası gereği bunlara da gelmesi gerekmez miydi?”[118] diye sorarak Fil Ashab’ının toptan helak olmadığını savunmaktadır.

 

 

Fil Sûre/Kıssa’sı Mesajları:

 

 

                Beş âyet’lik kısa ve öz bir sûre veya kıssa olan Fil kıssa’sı; “Ebrehe’nin ordusunun Kâbe’yi yıkma emelleri nasıl sonuçsuz kalıp, ordunun neferleri ve komutanı nasıl yerle bir edildiyse, Hakk’ın düşmanlarının da İlâhi iradeyle benzer şekilde karşılaşacakları bilinmelidir. Sûre’nin asıl mesajı işte budur. Bu durumda Hz. Peygambere ve ona inanan ilk Müslüman’lara, yalnız bırakılmayacakları mesajı verilmektedir. Hakk’ın karşısına dikilmeleri halinde Mekke müşrik’lerinin veya diğer insanların da er ya da geç Ebrehe ordusunun akıbetiyle karşılaşacakları beyan edilmektedir. Bu nedenle tüm muhataplar benzer hatalara düşmemeleri gerektiği noktasında uyarılmaktadır.”[119] Mesajını vermektedir.

 

Fil Ashab’ı kıssa’sı mesajı günümüze “güncellendiğinde” onu şöyle okuyabiliriz: “Tarihte, günümüzün tankları sayılan Fil’lerle güçlendirdikleri ordularına güvenerek Kâbe’yi yıkmaya çalışanlar, bugün ürettikleri teknolojiyle tevhide karşı savaşıyorlar. Ancak unutulmamalıdır ki, Mekke’de yaşayanlar müşrik olmasına rağmen, kitap ehlinin Fil ordusunu küçük kuşlarla mahveden Mutlak Güç, Kureyş’lilerin putları değil, onları doldurdukları Beyt’in sahibiydi. Bugün de mutlak güç, ilahlaştırılan teknoloji sahiplerinde değil, onların bütün tuzaklarını alt-üst eden Rabb’imdedir. Dün, Beytullah’a alternatif olarak yapılan Yemen mabedi (Kulleys) silinmiş, Kâbe dimdik kalmıştı, bugün de dine alternatif olarak sunulmaya çalışılan ideolojiler, tüketim, eğlence, hız, haz kültürü hükümsüz kalacak ve insanlık, tevhitle huzuru bulacaktır. Yeter ki ben, batıla hizmete direnen Fil’den ibret alabileyim. Ebrehe benzeri emperyalist güçler dünyada, sömürü için devamlı akla gelmedik taktikler geliştireceklerdir. Ancak Rabb’im, onların bu kötü emellerine doğrudan ve dolaylı müdahale edecektir. Hakkın temsilcilerine zor anlarında teselliler verecek ve güçlü hasımlarını değişik müdahaleleriyle zelil edecektir. Tarihte hiçbir siyasi gücü bulunmayan Araplar, İslam inancıyla izzet kazandıkları gibi, bu sure de günümüz Müslümanlarına misyonlarını hatırlatarak onları aynı şuurla aynı izzete ulaştıracaktır. Zira inançsız, ruhsuz ve fikirsiz milletlerin medeniyet kurması ve insanlığa örnek olması imkânsızdır. Onlar, tıpkı tanesi yenilen başaktan arda kalan saman çöpü gibi değersiz ve etkisizdir.”[120]

 

İmdi, biz mümin’lerin Fil sûre’sini, bugün Kâbe’yi değilse de mübârek ve mukaddes Mescid-i Aksâ’yı yıkma plânları yapan çağın Ebrehe’lerine ve “Fil ordularına” karşı, Kahhâr olan Allah’ın “göklerdeki ve yerdeki ordularını” yardıma çağırma niyazıyla namazlarımızda daha bir yürekten okumalı değil miyiz? Bu sureyi, vahy’e sırt çeviren seküler çağın inkârcılarına daha yürekten haykırmalı değil miyiz? Çağın Ebrehe ordularını yere serecek ‘tayran ebâbîl’ için siccîl’den taşlar/mermiler hazırlamalı değil miyiz?”[121]

 

 

Sonuç:

 

 

·          Kur’ân’ı Kerîm’in Fil Ashab’ı kıssası, vakiî/gerçek bir olayın Cenâb-ı Hakk’ın kelâm’ıyla aktarımıdır.

·          Fil sûre’sinde geçen kıssa, mücmel/kısa/öz olarak aktarıldığından tarihsel detaylara yer

verilmemiştir.

·          Fil Ashab’ı kıssasının günümüz tarih ilim/disiplini ile izah edilmesi veya detaylandırılması

mümkün değildir. Çünkü bu kıssada geçen Fil Ashab’ı olayının zamanı, şahısları, coğrafyası sarih olarak aktarılmamaktadır. Kronoloji ve olay bütünlüğü gibi tarihsel kategoriler de kısmi olarak serdedilmiştir.

·          Günümüze ulaşan tefsir ve tarih kaynaklarında ise olağanüstü bir mufasssal/detay anlatım

vardır ki, iki şahıs arasındaki konuşmalardan devlet içerisindeki istihbâri ve diplomatik hatta siyâsi diyaloglara ve haberlere kadar hemen her konu ayrıntılı olarak aktarılmaktadır. Bu olgu detaylandırmada, tarihsel delillendirme açısından nazarı itibara alınamayacak bir durumdur.

·          Fil Ashab’ı kıssası, günümüz muhatapları açısından iki seçenek ve bu seçeneklerin

değerlendirilmesinin sentezi olarak üçüncü bir yol/alan ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi yalnızca Kur’ân’ın anlattığı kıssanın mücmel anlam çerçevesi ile yetinerek algıyı kısıtlı tutarak Meal bazlı yetinmek. Ya da ikinci bir seçenek olarak, geleneksel kaynaklardaki Âlim’lerimizin, içerisinde; tahmin, zan, muhayyile, mitoloji barındıran tefsir ve tarih aktarımları ile birlikte esasen günümüze kadar ulaşan “kültürel ağırlıklı” diyebileceğimiz Fil Ashab’ı algısını kabullenmeye devam etmek gerekmektedir. Üçüncü ve kanımızca en doğru seçenek olan her iki yolu da içerisine alan ancak Kur’ân’ın Fil Ashab’ı kıssa’sını mufassal olarak algılama gayreti diyebileceğimiz; Kur’ân’ın mücmel Fil sûre’si ve geleneksel Fil Ashab’ı algısı mufassal anlatımlarını, Kur’ân prensipleri perspektifinde; tahmin ve zan kısımlarını, seçip şerh ederek, mitolojik aktarım ve eklemeleri ayıklayarak, muhayyile ürünü gaybi kısımları temizleyerek metodolojik bir yaklaşımla yeniden değerlendirmemiz gerekmektedir.

·          Fil Ashab’ı kıssası geleneksel tefsir ve tarih anlayışında dikkat çeken husus; Fil Ashab’ı

olayı gerçekleşmeden önceki neredeyse her tarihsel husus hakkında mufassal bilgiler aktarılmasıdır. Allah’ın hiçbir bilgi veya detay vermediği hususlarda gerek devlet gerek yönetici/kumandanlar gerek bunların diğer üçüncü şahıslarla yaptıkları diyologlar en ince hatlarına kadar yansıtılmaktadır. Oysa ulaşım, haberleşme ve siyâsetin çok dar ve cüzi olduğu dönemlerde bu gibi konularda bu genişlikte detay bilgiler edinmek mümkün değildir. Bu ölçüsüz mufassallaştırma diyebileceğimiz olgu tamamen gaybe dayanan bir alan olarak Kur’ân perspektifinden itibar edilmesi en zor hususlar olarak karşımızdadır.

·          Taş atan kuşların şekil şemâilinden, geldikleri coğrafyalara, attıkları taşların miktarının,

büyük-küçüklüğünden, Cehennem’den getirilmesine kadar detay keyfiyeti ve bunların Fil ordusuna verdikleri lokal anatomik diyebileceğimiz tahribata kadar ayrıntıları görgü şahitleri ya hiç ortada hiç yok yada olanın da kimliği belirsiz ilk şahıs üzerinden tâli aktarımlar olarak tahmin ve zan makyajlı mitoloji retorikli aktarımlar olmaktan öte gitmemektedir.

·          Ordunun önünde gittiği rivâyet edilen Fil’in; kulağına fısıldananı anlayan, Kâbe’ye doğru

yürümeyen aksine geri kaçan, işin sonunu görebilen dolayısıyla metoforik olarak akıllı ve imanlı bir hayvan olarak aktarılması rivâyetlerin getirildiği mitolojiyi gözler önüne sermektedir.

·          Çağdaş diyebileceğimiz son yüzyılın müfessir, akademisyen, yazar, araştırmacıların

geliştirdikleri, geleneksel diyeceğimiz “klasik Fil Ashab’ı” anlayışına muhalefet noktaları; Fil ordusu “Asf” veya “helak” olayının gerçekleşme anında başlamaktadır. Bu alternatif tezlerde; sürülerle gelenler ve taş atanlar, kuşlar değil; kimine göre sinek ve sivrisinekler ve bunların tozlarla getirdiği salgın hastalık mikropları, kimine göre Mekke veya Kureyş’lilerin Kâbe savunması için Mina’da üç sefer Fil Ashab’ı ordusunu taşlamaları, kimine göre Fil olayının gerçekleştiği kabul edilen Muhassir vadisi yakınında patlayan yanardağın fırlattığı lav taşlarıdır.

·          Üç ayrı hatta harmanlama ek bir tezi de ilave ederek dört kısımda incelediğimiz çağdaş

muhalif tezlerde gördüğümüz ortak nokta, onların da geleneksel anlayışta olduğu gibi gayba dayanan tahmin, zan ve muhayyile ürünü iddialara sarıldıklarıdır. Çağdaş müellifler, ellerinde herhangi bir tarihsel veri olmadan “tayr”, Ebâbil”, “termî”, “siccîl” gibi kelimelerin lugâvi ve etimolojik anlamlarıyla adeta bir lastik gibi oynayarak! alternatif üretmeye çalışmışlardır.

·          Çağdaş muhalif tezlerin ikinci gayretleri; Fil Ashab’ı hadisesine uyabilecek modern zaman

bilgisi konularını kıssa tefsirine “yamama/modifiye” cihetine gitmişlerdir. Sinek/sivrisinek/mikroplarla salgın hastalık iddiası, Hac’da Mina’da üç defa Şeytan taşlamanın, üç defa Fil Ashab’ının taşlanması iddiası ve son olarak yakın tarihlerdeki patlayan volkanın lav taşlarının Fil Ashab’ı ordusu üerine yağması iddiası gibi. Bu üç alternatif iddiada gayb nitelikli tahmin, muhayyile ve zan’a dayanan görüşler olmaktan ileri gitmemektedir. Elimizdeki geleneksel kaynaklar ve çağın rasyonalitesine dayanan ilimler açısından; ne “sinek/sivrisinek/mikroplarla, bir anda altmış bin olduğu rivâyeti olan bir ordunun, aniden salgın hastalıkla helak olması mümkün gözükmekte; ne altmış bin kişilik fillerle teçhiz dev bir ordu, Mekke hele hele Kureyş gibi küçük nüfusa sahip kabile’ce, taşlı sapanlı hem de üç defa karşı koyuşla “Asf” yerle yeksan olabileceği mümkün gözükmemektedir. Bilâhare jeolojik ve tarihsel olarak en az bin beş yüz yıldır herhangi bir volkan patlaması haberi, bilgisi olmayan Mekke ve yakınlarında volkan patlaması iddiası da hem tarihsel hem jeolojik ve hem de mantıkî bir iddia ve tez olarak görünmemektedir.

·          Geleneksel tarih ve tefsir anlayışının anlatımlarını, Kur’ân kıssalarını mufassallaştırma

metodolojisi olarak, yıllardır önerdiğimiz usulde; sonradan eklenen gayb, zan, tahmin, muhayyile ve mitolojik anlatımları eleyerek algıladığımızda; Fil Ashab’ı kıssasının bir “Mucize” anlatımını içeren vakiî/gerçek bir olay olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Elimizde “tayr”, Ebâbil”, “termî”, “siccîl” gibi kiritik kelimelere geleneksel anlayıştan farklı verilebilecek anlam’lar bulunmamaktadır. Bu kelimelere gayb, zan, muhayyile ve mitoloji giydirmeden oluşturacağımız yalın kabullerimiz bir mucize ile Allah’ın “Beyt”ini koruduğunu ve bu olayı nûzül anı müşrik ve Müslüman’ları olmak üzere kıyâmete kadar tüm Kur’ân muhataplarına öğüt ve ibret mesajı olarak kıssa ettiğini algılamamız gerekmektedir.





CENGİZ DUMAN
ARAŞTIRMACI-YAZAR




DİPNOTLAR:

[1] Mustafa İslamoğlu, Kur’ân Sûrelerinin Kimliği, s.529.

[2] İmam Kurtubî, El-Camîu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c.19, s.370.

[3] Fahruddin Er-Râzî, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c.23, s.426.

[4] Zeki Tan, Kur’ân Kavramlarının Çevirisi Bağlamında İslam Öncesini Bilmenin Önemi: “Îlâf” Örneği, s, 499, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı:16, Yıl-2016.

[5] Orhan Güvel, Kur’ân Yorumunda Hamîduddîn el-Ferâhî’nin Nazm Metodu ve Fil Sûresi Tefsiri, Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.2, Sayı.1, s.73.

[6] Abdülhamit Birışık, Kur’ân’da iç bütünlük: Islâhî’nin tefsir yöntemi, s.75, Divan Dergisi, sayı:11.

[7] Kur’ân, Fil,105/1.

[9] Güvel, Age, s.69.

[10] Kurtubî, Age, c.19, s.347.

[12] Kur’ân, Fecr,89/6.

[13] Râzî, Age, c.23, s.120.

[14] Mehmet Nadir Özdemir, Siyer-i Nebî Tarih’ten Farklı mı Okunmalı, s.260, Ekev Akademi Dergisi, Sayı:59.

[15] Râzî, Age, c.23, s.415.

[16] Kur’ân, Bakara,2/2-3.

[17] Güvel, Age, s.73.

[18] Kur’ân, Kehf,18/22.

[19] Birışık, Age, s.82.

[20] Emrah Dindi, Kur’ân’ı Teosentrik Ve Tarihî Okuma Denemesi: Ashâbu’l-Fîl Örneği, İ.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:36, Yıl:2017, s.75.

[21] Birışık, Age, s.11, s.82.

[22] Kur’ân, Fil,105/1.

[23] Güvel, Age, s.73.

[24] Güvel, Age, s.74.

[25] Muhammed Fatih Duman, Kureyş Kabilesi İslam Öncesi Etnik, Siyasi ve Ekonomik Yapı, s. 211, Şırnak Üniversitesi Yayınları, Yıl-2017, sayı:8.

[26] “Siyer ve Meğâzî arasında eksik de olsa elimize ilk ulaşan kaynak, İbn İshak (ö. 151/768)’ın Kitâbu’l-Meğâzi, el-Mübtede’ ve’lmeb’aŝ ve’l-meğâzî ismiyle bilinen ancak bizim Muhammed Hamidullah’ın tahkiki ile neşredilen kitabı olarak tanıdığımız Sîretü İbn İshak adlı eserdir.” Muhammed Fatih Duman, Age, s.4.

[27] “Yunanlı tarihçiler Ebrehe'nin ismini Abramis, Suryanî tarihçiler ise Abraham olarak belirtmişlerdir. Ebrehe galiba bunun Habeş’çe söylenişidir. Çünkü Arab’ça telaffuzda bu kelime İbrâhîm'dir.” Mevdudi, Tefhim’ul Kur’ân, c.7, s.236.

[28] Siyer İbn İshak, Çev. Sezai Özel, s.112.

[29] İbn Kesir, Muhtasar Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c.5, s.2844; “Mukâtil b. Süleyman’dan (v.150/767) gelen rivayette ise Ebrehe’nin Kabe’yi yıkmaya gelmesinin sebebi; Kureyş’ten bir topluluk ticaret maksadıyla Yemen’e gelirler. el-Heykel diye isimlendirdikleri bu binanın arkasında konaklayıp ateş yakarlar. Yemeklerini pişirdikten sonra ateşi söndürmeden hareket ederler. Rüzgâr sebebiyle ateş binaya ulaşır ve mabedin yanmasına sebep olur.” Ahmet Yasin Dikmen, Kur’an’da Ashâb Kavramı ve Kıssaları, s.27, Yüksek Lisans Tezi.

[30] İbn İshak, Age, s.110-111.

[32] Komisyon, TDV. Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir,

[33]Arab’ça kaynaklarda Yunan’ca ekklessia kelimesinin Arab’çalaşmış şekliyle Kalîs (Kulleys) olarak geçen muhteşem bir kilise yaptırdı.” TDV. İslâm Ansiklopedisi, Ebrehe Md., Ahmet Lütfi Kazancı, c.10, s.79.

[35] Ebrehe: “Eryât ile yaptığı savaş sırasında dudağı veya burnu yarıldığı için “Eşrem” lakabıyla anılan Ebrehe, Yemen’e hâkim olduktan sonra Habeş Necâşîsi’ne bir mektup göndererek kendisine itaat arzettiğini bildirdi. Necâşî de bir iç savaşa meydan vermemek için onun Yemen’e hâkimiyetini ve valiliğini onayladı.” TDV. İslâm Ansiklopedisi, Ebrehe Md., Ahmet Lütfi Kazancı, c.10, s.79.

[36] İbn Kesir, Age, c.5, s.2843.

[37] İbn İshak, Age, s.110.

[38] İbn-i Hişam, Sîret-i İbn-i Hişam tercemesi, c.1, s.72.

[39] Mikail Bayram,Fil Olayı ve Fil Sûre’si hakkında Yeni Bir Yorum, Bilgi Vakfı 1. Kur’ân Sempozyumu, s.177.

[41] Râzî, Age, c.23, s.417.

[42] Kurtubî, Age, c.19, s.352.

[43] İbn Kesir, Age, c.5, s.2844.

[44] TDV. İslâm Ansiklopedisi, Fil Vakası Md., Mustafa Fayda, c.13, s.71.

[45] İbn İshak, Age, s.98.

[46] Râzî, Age, c.23, s.414.

[47] Emine Demil, Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi Hayatına Dair Rivâyetler, Doktora Tezi, s.110,

[48] Öznur Hocaoğlu, Mitler Gerçeklere Karşı: Hz. Muhammed’in Peygamberlik Öncesi

Yaşamındaki Olaylar, Lisans tezi, s.242, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:13.

[49] Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, c.11, s.98.

[50] M. Fatih Duman, Age, s.205-207.

[51] Mehmet Hüseyin Heykel, Hz. Muhammed Mustafa, çeviren: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1945, s.37-38; Ramazan Boyacıoğlu, Hz.Muhammed’in Vahiy Öncesi Dönemi, CÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.5, Sayı:1, s.8-9.

[52] İbn İshak, Age, s.112.

[53] İbn-i Hişam, Age, c.1, s.85.

[54] İbn Kesir, Age, c.5, s.2845; Kurtubî, Age, c.19, s.350.

[55] Kurtubî, Age, c.19, s.351.

[57] İbn İshak, Age, s.114.

[58] DİB. Age, s.74.

[59] Bünyamin Erul, Hadis Ve Sünnetler İçin Zaman Ve Mekan Tespiti Mümkün Mü, s.121.

[60] TDV. İslâm Ansiklopedisi, Keyd md. Mustafa Çetin, c.25, s.346.

[61] Kur’ân, Yusuf,12/6

[62] Kur’ân, Araf,7/183.

[63] Kur’ân, Târık,86/15-16.

[64] İbn-i Hişam, Age, c.1, s.78-79; Siyer İbn İshak, s.112; bkz: Râzî, Age, c.23, s.413; Kurtubî, Age, c.19, s.348.

[65] Kurtubî, Age, c.19, s.358.

[67] Mevdudi, Tefhim’ul Kur’ân, c.7, s.241.

[68] M. Fatih Duman, Age, s.210.

[69] M. Fatih Duman, Age, s.212-213.

[70] Güvel, Age, s.75. (72 numaralı dipnot)

[71] İbn İshak, Age, s.114.

[72] Vatvât: Arab’ça’da Kırlangıç kuşuna da Yarasa’ya da verilen bir isimdir. Kurtubî, Age, c.19, s.360. 14 numaralı dipnot.

[73] Kurtubî, Age, c.19, s.360; Bknz: İbn Kesir, Age, c.5, s.2847.

[74] Râzî, Age, c.23, s.419.

[75] Ferâhî, Nizâmu’l-Kur’ân, s.450-451. Güvel, Age, s.78.

[77] Mevdudi, Age, c.7, s.242.

[78] Serkan Ünal, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili İsimli Tefsirinde Tenkit Ettiği İlim Adamları İbn Sînâ ve Muhammed Abduh Örneği, s.57, Yüksek Lisans tezi, 2017.

[79] Güvel, Age, s.54; “Fil Suresi’nin dördüncü ayetinde geçen “termî” fiiline fâil tayin etme Ferâhî’nin yorumunda önemli bir yere sahiptir. Zira ona göre buradaki fâil genel kanaatin aksine kuşlar değil Ebrehe ordusuna karşı direnen Kureyşlilerin de içinde bulunduğu farklı kabilelere mensup Araplardır.” Güvel, Age, s.83.

[80] Mikail Bayram, Fil Olayının Mahiyeti ve Fil Sûresi, s.18-46.

[81] Abdülaziz Bayındır, Fil, https://suleymaniyevakfimeali.com/Meal/Fil.htm

[82] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’ân Meal ve Tefsir, c.2, s.413-414.

[83] Yaşayan Kur’ân Meal ve Tefsir, İnşa Yayınları.

[84] Kurtubî, Age, c.19, s.364.

[85] İzzet Derveze, Et-Tefsiru’l-Hadis, c.1, s.209.

[87] Bayram, Age, s.23.

[88] Bayındır, Age, https://suleymaniyevakfimeali.com/Meal/Fil.htm

[89] Tevrât,2.Samuel,21/10.

[90] Tevrât,1.Samuel,17/44-46.

[91] İncîl, Vahiy19/17-18.

[92] Kurtubî, Age, c.19, s.355.

[93] Râzî, Age, c.23, s.420-421.

[94] Kurtubî, Age, c.19, s.363.

[95] Güvel, Age, s.75.

[96] Güvel, Age, s.69-84.

[98] Bayram, Age, s.15-22.

[99] Azimli, Age, s.48.

[100] Râzî, Age, c.23, s.421.

[101] Kurtubî, Age, c.19, s.364.

[102] Râzî, Age, c.23, s.420.

[103] Güvel, Age, s.54-78.

[104] Bayram, Age, s.23-27.

[105] Dindi, Age, s.71.

[106] İki defa olay mahallini ziyaret eden ve bu makaleyi kaleme alacak kadar bilgiyle inceleyen biri olarak, bölgede yanardağ patlaması izlerine şahit olmadığımız gibi böyle bir ihtimali de maalesef öngöremedik. C. Duman.

[107] Bayındır, Age, (1-2 numaralı Dipnotlar) https://suleymaniyevakfimeali.com/Meal/Fil.htm

[108] Ateş, Age, c.11, s.99.

[109] Mikail Bayram, Fil Olayı ve Fil Sûresi Hakkında Yeni Bir Yorum, Bilgi Vakfı 1. Kur’ân Sempozyumu, s.171-180.

[110]İslamiyet’ten önce, Mekke’de yaşayan ve Kâbe’nin hizmetinde bulunan Kureyş ile akrabası ve müttefiki bazı kabilelere “Hums”, onların dışında kalanlara ise “Hille” deniliyordu; Hums, “mutaassıp, cesur ve kahraman olmak” anlamındaki hames masdarından gelen ahmes’in çağulu olup dini inanç ve yaşayış1arı konusunda katı ve tavizsiz, savaşta güçlü ve cesur olmaları sebebiyle kendilerine bu ad verilmiştir. Ahmesi de (dişili ahmesiyye) “Hums mensubu kişi” demektir. Hums kelimesinin Kureyş ve yakınları için kullanılması Fil Vakası yıllarına rastlar.” TDV. Age, Hums md., Recep Özel, c.18, s.364.

[111] TDV. Age, Kureyş md., Casim Avcı, c.26, s.443.

[112] Ünal Kılıç, Dini İçerikli Ekonomik Bir Kavram: Hums, Cumhuriyet Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.13/1, s.75.

[113] TDV. Age, Hums md., Recep Özel, c.18, s.364.

[114] Kurtubî, Age, c.19, s.366.

[116] Güvel, Age, s.78.

[117] Azimli, Age s.50.

[118] Azimli, Age s.52-53.

[119] Mehmet Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsiri, s.469.

[120] İlhami Günay, Fâtiha, Fîl-Nâs Arası Sûre’lerin Değerlerinin Günümüze Taşınması Merkezinde Bir Tefsir Denemesi, s.16-17, Usûl: İslam Araştırmaları, 2012, sayı: 17.

[121] Abdullah Yıldız, Çağın Ebrehe’leri ve Fil Orduları, https://www.haksozhaber.net/cagin-ebreheleri-ve-fil-ordulari-26287yy.htm


     CENGİZ DUMAN

        ARAŞTIRMACI -
                  YAZAR


B
İRİNCİ BASKISI, 2011, İKİNCİ BASKISI
 
2015 YILINDA EKİN YAYINLARI TARAFINDAN
YAYINLANAN, KUR’ÂNKISSALARININ TARİHSELLİĞİ;
2013 YILINDA PINAR 
YAYINLARI TARAFINDAN YAYINLANAN,
KUR’ÂN 
PERSPEKTİFİNDEN ÜÇ KRAL İKİ PEYGAMBER;
2015 YILINDA SÜLEYMANİYE VAKFI YAYINLARI
TARAFINDAN YAYINLANAN,   KUR’ÂN PERSPEKTİFİNDEN
 ZÜLKARNEYN VE YE’CÛC ME’CÛC, İSİMLİ ÜÇ KİTABIN
YANISIRA; İNTERNET ORTAMI ÜZERİNDEN YAYINLANAN
 “DİNLERDE ARINMA İBADETİ OLARAK GUSÜL” VE
 “MECUSİLİK/ZERDÜŞTLÜK DİNİ” İSİMLİ İKİ E-KİTAB’LARIN
YAZARIDIR. KUR’ÂN-I KERÎM KONULARI, KUR’ÂN KISSALARI
 VE TEVRÂT - İNCÎL KISSALARI BAĞLAMI ÜZERİNDEKİ ÇOK
 YÖNLÜ ARAŞTIRMALARI, TÜRKİYE’DEKİ ÖNDE GELEN
İSLÂMİ DERGİLER VE İNTERNET ÜZERİNDEKİ ÇEŞİTLİ
İSLÂMİ WEB SİTELERİNDE HALEN YAYINLANMAKTADIR.
AYNI ZAMANDA “WWW.KURANKİSSALARİ.COM“ VE
 “WWW.KURANKİSSALARİ.TR.GG” WEB SİTELERİ
MODERATÖRLÜĞÜNÜ SÜRDÜRMEKTEDİR.
 
* KİTAP *  




*E-KİTAP*


 
 
 
DİNLERDE ARINMA İBADETİ OLARAK GUSÜL

Facebook beğen
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol