KISSALARIN DİLİ KİTABI, ASHAB-I KEHF KISSASI ORİJİNİ VE HALEFULLAH -II-
Ashab-ı Kehf kıssasının Arap arka planı:
Bir evvelki yazımızda üzerinde durduğumuz, Kadim tefsir kaynaklarından gelen Ashab-ı Kehf kıssası sebeb-i nüzul rivayetini baz aldığımızda, bu rivayetten istintaç ettiğimiz iki tarihsel veri, Ashab-ı Kehf kıssasının anlaşılmasında bize gideceğimiz istikameti! göstermektedir diyebiliriz. Çünkü Ashab-ı Kehf kıssası hakkında soru soranların, Mekke Müşrikleri; onlara bu konuda danışmanlık yapanların, yani soru hakkında yardımcı ve malumat sahibi olanların Yahudiler olması gerçeği; bu kıssanın Kur’an muhatabı olan toplum açısından bilindiğini izhar etmektedir. Şimdi bu önemli olgunun üzerinde duralım.
Kur’an’ın metodu; kıssayı Arap coğrafyasından veya Arap mantalitesinden aldığı unsurlar üzerine bina etmekten ibarettir. Bunun amacı, kıssaların muhataplar üzerinde derin etkiler bırakmasını sağlamak, bilinen ve tanınan, olağan olay ve kişilerden, bilinmeyen ve yabancı fikir ve düşüncelere varmaktır.”[1] Demektedir. Nitekim Derveze bu olguyu biraz daha müşahhas örneklerle teyid eder. Halefullah, Kur’an kıssalarının mahiyeti hakkında ”…Kur’an kıssaları ya bilinenlere işaret etme veya çevrenin bildiği ve hiçbir şekilde yabancısı olmadığı olaylara kısaca atıflar biçimindedir. (….)“Bunları duymuşlardı, ya tarihi kalıntılarını gözlemlemişlerdi yahut başka topluluklardan iktibas etmişlerdi. Daha önce inen ve Kur’an’da anlatılanların benzerini, eksiğini, fazlasını veya farklısını içeren kitapları görmüşlerdi.”[2]
O halde Ashab-ı Kehf kıssasının da Yahudilerin arka planında olan bir kıssa olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu hem klasik/kadim tefsir ekolü –Ashab-ı Kehf kıssasının inişine dair rivayet- kabulü dolayısıyla hem de Kur’an’ın anlattığı kıssaların muhatap Arap toplumu tarafından bilindiği –Halefullah, Derveze, Zeyveli, anlayışı- kabulünden hareketle zaruridir.
Bilinmeyen bir olgu toplumda yer etmeyeceğine ve sorulamayacağına göre bilinen olgu ve bunları bilenlerden hareketle, Kur’an’ın Ashab-ı Kehf kıssasının maksat ve hedeflerini izah etmek mümkün olacaktır kanaatindeyiz. Bu aşamada şu sorulabilir; Acaba Ashab-ı Kehf kıssasının Arap arka planındaki versiyonu yani kaç kişi oldukları, mağarada ne kadar kaldıkları etrafındaki malumat tamamen Arap veya Yahudi hayali midir yoksa kitabi bir temeli olup halk arasında tevatüren dolaşırken, mitolojik/efsanevî veya asli halinde tahrifat oluşan bir kıssa mıdır?
Bizce, Ahiret inancı muharref hale gelen Yahudilerin, bu muharref Ahiret anlayışını yansıtan yani bozulmuş/tahrif edilmiş bir kıssadır. Köken itibariyle ister Yahudi Essenî mezhebi müntesiplerinin başına gelen mezkûr olayın daha sonra Yahudi toplumunca özümsenerek örnek alınırken süreç içerisinde tahrife uğraması sonucu asli mesajının geri plana atılması sebebiyle olduğunu kabul edelim; isterse Ahd-i atik’in apokrif[3] kitaplarından olan “Makabeler”[4] kitabındaki muharref bir kıssa olarak kabul edelim fark etmez.
Yahudilerin Ashab-ı Kehf kıssasına dair bozulma/tahrifin, salt mağara ashabının sayısı ve mağarada kalınan sürenin miktarının farklılaşması açısından değil; ölüm, yeniden diriliş, ahiret gibi asli inançların terk edilip, çok da lüzumlu olmayan keyfiyetlerle uğraşarak, kıssasın ana mesajının arka plana itilmiş olmasının da tahrif anlamında olduğunu algılamamız gerekmektedir.
Bu minvalde Essenîlerin; ahiret, yeniden dirilme inançlarına dair şu malumatı aktaralım. ”Philo ve Josephus tarafından hiç zikredilmeyen vücudun yeniden dirileceği inancı yanında, “Nihaî mahkeme”, “Dünyanın ateşle tahribi ve sonu” temaları sık sık görülür.”[5]
Kur’an’ın, Ashab-ı Kehf kıssası, Muharref hale gelmiş bu kıssasının, tevhidi anlamda revizyonu/yenilenmesidir. Dolayısıyla müşrikler vasıtası ile sorulan bu soru vesilesiyle Yahudilere ait muharref bir kıssa, tevhidi istikamette; ölüm, diriliş, ahiret hayatı gibi konularda hidayet edici mesajlar yüklü olarak hem Yahudilere/Ehl-i Kitab’a hem Müşriklere ve hem de Müslümanlara öğüt ve ibret örneği olarak sunulmaktadır. Buna mümasil ilerde değineceğimiz gibi; Ashab-ı Kehf kıssası mesajsızlık! İçeren salt peygamber ve ashabını Müşriklerin polemiklerinden/söz dalaşından kurtarmak amaçlı bir kıssa asla değildir/olamaz.
Ashab-ı Kehf İsa’ya inananlar topluluğu mu :
M. Öztürk, Kıssaların Dili kitabının, "Ashabı Kehf: Efes'in yedi uyurları mı yoksa Essenîler mi?" başlıklı yazısında Ashab-ı Kehf ile alakalı, klasik/kadim tefsircilere ait mezkûr rivayeti aktardığı halde, Ashab-ı Kehf olayını Yahudiler yerine; “Hıristiyan Kültüründe Efes’in Yedi Uyurları” [6] alt başlığı ile Hıristiyan teolojisinde aramaya başlamaktadır. Dolayısıyla kıssanın iniş sebebi rivayeti ile tezat bir tutum olarak uygulanan bu metod yanlıştır.
Çünkü iniş sebebi rivayetinde “Hıristiyanlık” olgusu yoktur. Üstelik yazar, “Kıssanın Orjini ve Essene Kardeşliği” alt başlığı içerisinde Ashab-ı Kehf kıssasını Hıristiyan kaynaklarda arama usulünü uygulayan müfessirleri tenkit etmekte iken böyle bir yanlış metodu kendide de uygulamaktadır. Sayın yazar, hem kadim/klasik geleneği bu yüzden eleştirmekte hem de onların yanlış olan metodunu uygulamaktadır. Ne yaman çelişki!....
M. Öztürk, “Hıristiyan Kültüründe Efes’in Yedi Uyurları” alt başlığı ileHıristiyan teolojisine ait Ashab-ı Kehf kıssasına benzer verileri şöyle aktarmaktadır: “Ashab-ı Kehf kıssası Hıristiyan kültür tarihinde “Yedi Uyurlar” diye şöhret bulmuş ve bu hikâyenin muhtemel tarihi kökeni Etienne d’Ephése’e dayandırılmıştır. (…..) “Kur’an’daki kıssaya konu olan gençlerin sığındıkları mağaranın bulunduğu yer olarak Efes’e işaret eden Hıristiyan kaynaklara göre bu olay İ.S. 249-251 yılları arasında Roma imparatorluğu’nu yöneten Trajan Decius (Dakyanus) döneminde gerçekleşmiştir.”[7]
M. Öztürk, yazısının devamındaki “Tefsir Literatüründe Ashab-ı Kehf” alt başlığında ise kadim/klasik Kur’an tefsirlerindeki, kendisine benzer “Hıristiyan Kültüründe Efes’in Yedi Uyurları” alt başlığında serdettiğimetod hatasının verilerini aktararak, kendi metod hatasının ya farkına varamadığını ya da kale almadığını göstermektedir. “Taberi’nin (ö.310/923) naklettiğine göre sahabe ve tabiun müfessirleri gençleri mağaraya sığınmaya sevk eden faktör hakkında iki farklı görüş bildirmişlerdir. İlkine göre gençler Hz. İsa’nın mesajına inanmışlar; fakat dönemin putperest kralı tarafından bu inançlarından vazgeçmeye zorlanmışlardır. Bu görüş dolayımında aktarılan rivayetler kıssanın Hıristiyan gelenekteki varyantıyla büyük ölçüde örtüşür niteliktedir.”[8] Ashab-ı Kehf kıssasının Hıristiyan kaynaklı olduğuna dair rivayetlerin devamında ise yazar ulaştığı şu sonucu serdetmektedir: “Esasen ilgili rivayetlerin hemen hepsi Ashab-ı Kehf kıssasının Hıristiyan kültürüne ait olduğu noktasında birleşmektedir.”[9]
Hıristiyan kaynakları ve bu kaynaklara dayalı yorumlar yapan İslam tefsir kitaplarındaki çeşitli merviyyatı aktaran M. Öztürk, Ashab-ı Kehf’in orjini hakkında tam manasıyla karar verememiş olacak ki, “Ashab-ı Kehf’in muhtemel tarihi kimliği” alt başlığını açarak, yeniden Ashab-ı Kehf’in orijini bulmaya çabalamaktadır. Tam bir tezat!...
Dolayısıyla Yazar M. Öztürk’ün metodik yanlışlığı devam etmektedir. Üstelik bu orijin arayışına, arayışının lüzumsuz olduğunu bildiren şu ifadelerle devam etmektedir. “Ashab-ı Kehf’in nerede ve hangi dönemde yaşadığı, hangi dine mensup olduğu belirsizdir.”[10] Yazarın bu tespiti, Ashab-ı Kehf’e dair Hıristiyan, Yahudi ve İslam kaynaklarından aktardıklarıyla ve "Ashabı Kehf: Efes'in yedi uyurları mı yoksa Esseniler mi?" yazısının geneli ile tamamen çelişmektedir. Ashab-ı Kehf’in nerede ve hangi dönemde yaşadığı, hangi dine mensup olduğu belirsizse niye aramaktadır? Hıristiyan ve Yahudi kaynaklara göre serdettiği tarihsel veriler anlamsız, boş uğraşlar değil midir?
Aslında şöyle diyelim yazar, Ashab-ı Kehf kıssası hakkında M. Halefullah görüşündedir. Yani bu kıssanın vakii/tarihi/yaşanmış olmadığı kanaatindedir. Bundan dolayı oradan buradan nakillerle ve bazı tezat açıklamalarla Ashab-ı Kehf kıssasının anlaşılmasını çıkmaza sokarak; işte gördünüz mü bu kıssa Hz. Muhammed karşıtı müşrikleri susturmak için, Allah tarafından ortaya atılmış –uydurulmuş(!)- bir kıssadır diyecektir. Bekleyiniz!.. Bu dediklerimizi yazımızın sonunda göreceksiniz.
Tarsus’tur.”“Ashab-ı Kehf’in nerede ve hangi dönemde yaşadığı, hangi dine mensup olduğu belirsizdir.” Somut ifadesini kullanan yazar, bu sefer dönüp, Ashab-ı Kehf’e dair Hıristiyan ve Osmanlı kaynaklarında yer alan bazı tarihsel coğrafi veriler üzerinde durmaktadır. “Ancak konuyla ilgili kaynaklarda iki yerin adı ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri Efes, diğeri [11] Diyen yazar bakınız bu hususta tarihsel veri olarak neler ifade etmektedir: “Bilindiği gibi Efes Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bir yerdir. Çünkü Efes’te şimdi kiliseye dönüştürülmüş olan ve Hz. Meryam’e ait olduğu söylenen bir ev vardır. Ashab-ı Kehf’in Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bir yerde yaşamış olması muhtemeldir. Hatta bazı Hıristiyan kaynakları yer konusunda kesinlik bildirirler. (…..) onları mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi Decius’tur. (…..) Birçok müfessire göre Ashab-ı Kehf kıssasının yaşandığı yer, İslam’dan önceki ismiyle Efsus, Ufsus veya Taksus, İslam’dan sonraki ismiyle Tarsus’tur. (…..) ….kıssanın yaşandığı yerin Tarsus olduğu yolundaki görüşün de son tahlilde bir söylenceden ibaret olduğuna işaret etmektedir. (….) Ashab-ı Kehf’in yaşadığı yer Osmanlı İmparatorluğu zamanında da merak edilmiş……Adana eyaletine bağlı bulunan Tarsus’un kuzeyinde, şehre iki saat uzaklıktaki dağda bir mağarada bulunduğu ve bu mağaranın ağzının Kur’an’ın bildirdiği gibi kuzeye bakar konumda olduğu belirtilmiştir.”[12]
Metodik bir yanlışlık içinde olan yazar M. Öz türk, okuyucuyu, Hıristiyan kaynakları ve onlara ait tarihsel veriler üzerinde oyalayıp! durduktan sonra, doğru kulvara –doğru metod- yönelmekte ve “Kıssanın Orjini ve Essene Kardeşliği” alt başlığını açmaktadır. Veya art niyetli olduğu ön kabulü ile belirtirsek, amaç Halefullah’ça bir yoruma ulaşmak ise; Hıristiyan kaynaklardaki Ashab-ı Kehf kıssasına dair verileri, Yahudi kaynaklardaki veriler eliyle çürütmeye veya konuyu açmaza sokmaya çabalamaktadır, diyebiliriz.
Bu bizim açımızdan tezat bir durumdur. Madem Ashab-ı Kehf’in orijini, Hıristiyan kaynaklarda değil, neden yazar, o kaynaklar ve tarihsel verilerde gezinerek(!) okuyucuyu oyalamaktadır? Metod olarak klasik tefsirin verdiği rivayete dair izler üzerinden, direk Yahudi kaynaklarına yönelmesi gerekirken neden araya Hıristiyan kaynaklarını ve İslam tefsircilerinin buna dayanan yanlış çıkarımları ve nakilleri ile sayfaları doldurmuştur? Acaba okuyucuyu, Ashab-ı Kehf kıssasının, Halefullah’ça bir yorumuna manipüle(!) etmeye mi çalışmaktadır?
Devam edecek…….
[1] Muhammed Ahmed Halefullah, Kur’an’da Anlatım Sanatı, s.268, Ankara okulu yayınları, Ankara–2002.
[2] İzzet Derveze, Kur’an’ı anlamada usul, s.135, Ekin yayınları, İstanbul–2008.
[3] Grekçe olan Apokrif (apocrypha) kelimesi, "sır kitaplar" anlamına gelen '"apocryphos" kelimesinden oluşturulmuştur. Apokrif kitaplar, Tevrat’ın İ.Ö. III. yüzyılda 70 kişilik bir ekip tarafından Yunanca tercümesi olan Septuagit’te bulundukları için dil Yunancadır.Apokrif Kitaplar içerisinde tarihî metinler, diyaloglar, bilgelik sözleri, dua ve ilahiler, gelecek olaylar bulunmaktadır..
[4] Apokrif kitaplardan sayılan Makabeler, üç ayrı kitaptan oluşur. Genelde M. Ö zamanların, Yahudiler ve Roma-Helen kralları arasında geçen olayları konu edinir.
[5] Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 245, Anka yayınları, İstanbul–2004.
[6] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.314, Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.
[7] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.315, Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.
[8] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.317, Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.
[9] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.318, Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.
[10] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.323.Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.
[11] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.323, Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.
[12] Mustafa Öztürk, A.g.e, s.324, Ankara okulu yayınları, Ankara–2010.